Her ülkenin kendisiyle özdeşleşmiş ibadethaneleri vardır. İtalya’da Pantheon, Fransa’da Notre Dame, İngiltere’de Westminster, İspanya’da Kurtuba Katedrali gibi yapılar yüzlerce yıllık tarihleriyle bir ibadethaneden veya ziyaret noktasından çok daha öte bir kimlik ve egemenlik belgesi niteliği taşımaktalar. O halde şu soruyu sormak gerekiyor. Türkiye’de bu vasfı en güçlü şekilde taşıyan ibadethane olan Ayasofya neden müzeye çevrildi?
Vatandaşlarımıza bu soruyu sorduğumuzda her kafadan farklı bir ses çıkıyor. Mesela, bir milletvekili “Ayasofya’nın korunması için müze yapıldığını, hatta Sultan Ahmet Camii’nin de korunması için müzeye çevrilmesi gerektiğini” iddia etmişti. Kimisi bilet geliri elde etmek için diyor, kimisi camiye ihtiyaç olmadığı için diyor. Kimisi bambaşka sebepler üretiyor. Fakat bu gibi cevaplar tarihsel ve siyasi perspektifte anlamsızdır. Ayasofya müzeye dönüştürülürken dibindeki Fatih Medresesi’nin yıkılması bu işin kültürel mirası koruma amacı taşımadığını gösteren en net delildir. Bu süreç tamamen dönemin koşullarıyla alakalıydı. Açıklayayım. Ama önce biraz bilgilerimizi tazeleyelim.
Lozan anlaşmasıyla, İstanbul ve Çanakkale Boğazları’ndaki geçişler, uluslararası bir komisyona devredilmişti. Üstelik iki boğazımızda da 20 km mesafeye kadar olan bölgeye askerimiz giremeyecekti. Yani İngilizleri, Anzakları Gelibolu’ya sokmayan Mehmetçiğimiz Lozan’dan sonra Gelibolu’ya giremez oldu. İstanbul Boğazı, tarihi yarımada, camiler, nice ecdad yadigarı velhasıl bütün İstanbul Mehmetçiğe yasak bölge oldu. Bu çok büyük bir güvenlik zaafiyeti oluşturuyordu. Atatürk’ün Lozan’da değiştirmeyi en çok istediği madde de buydu. 1936’da Montrö Anlaşması ile Boğazlardaki bu garabet giderildi. Aynı gece 30 bin Türk askeri Boğazlar Bölgesi’ne intikal etti.
Lozan Anlaşması 24 Temmuz 1923’te imzalandı. Kısa sürede TBMM’de onaylandı. Lakin İngiltere bu konuyu gecikmeli şekilde, 8 ay sonra, 1 Nisan 1924’te meclise taşıdı. Kimi kaynaklar bu gecikmeyi İngiltere’nin iç sıkıntılarına bağlasa da, kimi kaynaklar İngiltere’nin hilafetin kaldırılmasını (3 Mart) beklediğini ifade etmekteler. Ezanın Türkçe okutulması kararıyla, Cemiyeti Akvam’a (Birleşmiş Milletler) kabulümüzün aynı gün olması da ikinci tezi savunanların elini güçlendirmekte.
Lozan, ulu önder Atatürk’ün idealindeki anlaşma değildir. Hatay sorunu, Misakı Milli sınırları, Ege Adaları, Boğazlar gibi birçok konuda istediğimizi alamadık. Bundan dolayı Atatürkçülük maskesi takıp Lozan’ı mükemmel bir anlaşma gibi gösterme çabası saçmadır. Bilakis, Atatürk her fırsatta Lozan’daki kazanımlarımızı arttırmak istemiştir.
24 Kasım 1934 tarihinde Ayasofya’ya müze statüsü verildiğinde, 2. Dünya Savaşı kapıdaydı. Türkiye bir yandan Boğazlarla ilgili sıkıntıyı çözmek için görüşmeler yaparken, bir yandan da komşularıyla saldırmazlık ve askeri işbirliği anlaşmaları imzalıyordu. Savaşa girmemek için İngiltere, Almanya ve SSCB arasında bir denge siyasetinin takibi gerekiyordu. Türkiye, dünyaya “Bizim kimsenin toprağında gözümüz yok, biz kendi güvenliğimizi sağlamak, savaştan uzak durmak, dost ve muasır batıyla güzel ilişkilerimizi arttırma, müttefik olma arzusundayız” mesajını vermek istiyordu. İşte tam da bu süreçte Ayasofya gibi sembol bir eserin vasfının değiştirilmesi, stratejik ve politik bir mesaj vermek için gerçekleştirildi. Bu stratejiyle Montrö’nün önü açıldı. Asker sokmamız yasak olan bölgedeki Ayasofya’nın yer aldığı boğazlar bölgesi denetimimize geçti. Her ne kadar tarihçiler “Ayasofya’nın müze olmasını mecbur kılan bir durum yoktu” deseler de konjonktür gereği böyle bir değişim yapılmış olması tabloya daha net oturmaktadır.
Kurtuluş Savaşı döneminde Sovyet Rusya’nın desteğini almak, lojistik ve mühimmat sağlamak için Türkiye Komünist Partisi’nin faaliyetlerine yaklaşık 2 yıl gibi bir süre müsaade edilmişti. Halbuki Atatürk’ün komünizmi uygulama gibi bir düşüncesi hiçbir zaman söz konusu olmadı. Ayasofya’nın müze olması kararının da Atatürk’ün zihninde aynı TKP’ye müsaade edilmesi gibi geçici olduğu kanaatindeyim. Zor şartların zor kararları…
Ayasofya çok şükür bugün cami olarak hizmet vermekte, halkımız gönül rahatlığıyla hiçbir ücret ödemeksizin camiye girebilmekte lakin Camii Kebirle ilgili özellikle siyasetçiler tarafından bazı yanlış bilgilerin aktarılmakta olduğunu görüyorum;
“Ayasofya’da zaten namaz kılınıyor ve imamı var” bilgisi hatalıdır. 2016’da Ayasofya’nın yan cephesindeki Abdülmecid Kasrı’na imam atandı bayram namazı kılındı ve ezan okundu. Bu yapı Sultan Abdülmecid’in namazdan önce dinlendiği abdest aldığı küçük bir alandır. Buradan camiye bir geçiş bulunmaktadır.
2017 yılında TRT Kadir Gecesi Programı’nı Ayasofya’dan canlı yayınla yaptı.
2018’de Yeditepe Bienali’nde Kuran okundu.
2019’da Erdoğan canlı yayında” Ayasofya’yı açarız.” ifadesini kullandı.
2020’de İstanbul’un fethi yıldönümünde camide Fetih Suresi okundu.
Ve nihayet 24 Temmuz 2020’de yıllar sonra Ayasofya ‘da ilk namaz kılındı.
Ayasofya’nın açılması bir cami ihtiyacını giderme amaçlı değildir, bilakis dünyaya “Türkiye artık küresel bir güçtür. Kendi istediğini yapmaya muktedirdir.” mesajını vermiştir. Doğu Roma İmparatorluğu’nun, Osmanlı’nın, Selçuklu’nun varisi olduğumuzu herkese hatırlatmıştır. Osmanlı’nın yıkılmaya yüz tutmuş, yağmalanmış ve perişan halde bulup defalarca onarıp sağlamlaştırdığı Ayasofya, vakfiyesindeki vasfına, yani aslına dönmüştür. Ülkemize ve milletimize hayırlı olsun.
Not: “Atatürk’ün verdiği karar değiştirilmiştir, bu karar Atatürk’ün kemiklerini sızlatır” diyerek güya Atatürkçü olduğunu iddia edenlere bilgi niteliğinde şunu söylemem lazım. Atatürk döneminde çıkarılan kanunlar, alınan kararlar gerek kendi döneminde gerek İnönü ve sonraki liderlerin dönemlerinde defalarca değiştirilmiş, güncellenmiş, kimileri şartlara göre kaldırılmıştır. Hepsini geçtim Atatürk kendi imzaladığı 1921 anayasasını 1924 anayasasıyla değiştirmiştir. Demek ki neymiş? gayet normal bir şeymiş, olabiliyormuş.