“Hepimizin içinde ara sıra sebebini bilemediğimiz bir Bursa’nın daveti çınlar. Kalkıp Bursa’ya gitsem, onun diriltici çeşmesinden kana kana içsem ve yenilensem deriz sıkıntılı anlarımızda. Aslında hatırlanması bile başlı başına bir kurtuluş reçetesi olarak boy veren boşluğunu hissettiğimiz bir şehirdir o. Daha doğrusu içimizdeki şehir hasretinin belli başlı parçalarının yeryüzüne hünerle nakşedilmiş bir suretidir Bursa’da aradığımız. Kendi yüzümüzdür, kaybettiğimiz yüz. Aslında Abdülaziz döneminden itibaren Osmanlılar da bu kayıp yüzü aramışlar ve onu Bursa’da bulmuşlardı. Bursa onlar için Osmanlı kudretinin sırrını muhafaza eden kara kutuydu. Kuruluş devrinin saflığını, enerjisini, heyecan ve coşkusunu kubbe ve minarelerine içirmiş bir iç deniz gibiydi o.”
Temenyerinden Bursa (1890)
Osmanlıyı Kuran Şehir: Bursa’ya Şehrengiz (Timaş, 2005) adlı kitabımda böyle tanıtmışım Bursa’yı. Bursa, sadece Bursa sınırları dâhilinde yaşayanlara tahsis edilemeyecek kadar “şümullü” bir hadise bence. Bursa sadece Bursalıların değil, hepimizin. Sade ülkemizin ve bölgemizin değil, Avrupa’nın ve dünyanın önemli bir gerçeği, bir çıtası ve bir fenomeni. Bursa’da hepimiz bir ipucu yakalayacak ve zenginliğinden bir şeyler devşireceğiz, tabir caizse hasat yapacağız.
Bursa’da aradığımız kendi yüzümüzdür, kaybettiğimiz yüz. Bu yüz, sadece Osmanlı olduğu için bize sıcak, sımsıcak gelen bir yüz değil. Bursa, Türkiye’sinden Avrupa’sına ve dünyanın dört bucağına kadar insanların gidip görmek, gezmek, içinde kendilerini bulmak istedikleri bir anne şehir modeli. Yani Bursa bir taraftan medeniyetimizin kara kutusudur, bir taraftan da bir iç deniz…
Şöyle düşünelim: Osmanlılar 1316 yılında, yani kuruluş yılı olarak kabul ettiğimiz 1299’dan sadece 17 yıl sonra Bursa önlerine geliyor ve şehri kuşatmaya başlıyorlar. Fakat o zamanlar henüz Osmanlı ordusu bu büyüklük ve sağlamlıktaki bir kaleyi düşürebilecek donanımdan yoksun bulunduğu için olayı zamana yayıyor ve etrafını sarıp dışarıdan irtibatını kesecek iki burç yaptırarak (birisini batısına, birisini doğusuna) şehri abluka altına alıyorlar. Bu abluka tam 10 yıl devam ediyor. Nihayet Bursa Tekfuru 1326 yılında teslim oluyor.
Bundan kısa bir süre sonra (1331) ise İznik fethediliyor. Malum ,İznik büyük bir medeniyet merkezi, Hristiyanlığın önemli bir şehri. Osmanlılar, fetihten sonra başkenti Kutalmışoğlu Süleyman Beğ’den yaklaşık 2 asır sonra yeniden İznik’e taşıyorlar. Fakat garip bir şekilde bunun bir hata olduğunu anlayıp tekrar Bursa’ya dönüyorlar. Bu dönüşün sebebi ne olabilir? Nasıl bir sebep Osmanlıları kadim bir Bizans ve Selçuklu başkenti olan İznik’i bırakıp Bursa’ya getirebildi? Hâlbuki bütün şartlar İznik’in lehineydi. İznik, İstanbul’u Anadolu’ya bağlayan karayolunun kavşak noktasındaydı, eski bir başkentti, kültür merkeziydi vs. Yine de Osmanlılar Bursa’yı tercih ettiler. Neden? Bursa’nın özellikle ayakaltında yani ticari bir güzergâh üzerinde olmaması, arkasını dağa yaslamış bulunması ve bölgeyi kontrol edebilecek stratejik bir konuma sahip olmasının tercihinde rol oynadığı anlaşılıyor. Ege’ye geçit vermemesi, Orta ve Kuzey Anadolu’ya açılan bir kapı olması, diğer taraftan ise Gelibolu’ya, Trakya’ya, Balkanlara ve en önemlisi de İstanbul’a yakınlığı, Bursa’yı Osmanlılar açısından vazgeçilmez kılmış görünüyor. Ve öyle bir karar verildi ki Bursa ile ilgili, bu şehir Osmanlı’nın yalnız başkenti olmayacak, aynı zamanda Bizans ve beyliklerin büyük ve kadim şehirleri karşısında bir alternatif ticaret, sanayi ve kültür başkenti olacaktı. Bunu gerçekleştirmek için derhal yatırımlara başlandı.
fotoğraf: Ulucamii (1862)
Ulu Cami’nin çevresinde bir Hanlar Bölgesi vardır. Hanlar o kadar birbirine yakın ve iç içe yapılmıştır ki Orhan Gazi devrinden Fatih ve II. Bayezid zamanlarına kadar uzanan bir süreçte ortaya çıkmıştır bu bölge. Yapılmasının en büyük sebebi, Bursa’nın bir taraftan Tebriz, Erzurum, Ankara ve Bolu üzerinden gelen ve Floransa’ya kadar uzanan büyük ticarî yolun tam göbeğine konumlandırılması çabasını yansıtır. Bir taraftan da Mısır’dan gelen ve Antalya üzerinden İstanbul’a çıkan bir başka yolun merkezine konumlandırılması… Yani Bursa’nın doğu-batı, kuzey-güney ticaret aksının merkezine yerleştirilmesi suretiyle bir yeni başkent kurma teşebbüsünde bulundu Osmanlılar.
Üstelik bu, Osmanlılar açısından bir ilkti. Başarılı olmayabilir, İznik ve İzmit karşısında sönük kalabilir, İstanbul’la rekabet edemeyebilirdi. Ama öylesine bir düzen kurdular ki Halil İnalcık Hoca’nın deyişiyle, Bursa’yı Akdeniz ticaretini kontrol eden bir merkez hâline getirdiler. Ticaret yollarını Bursa’ya öylesine sıkı sıkıya bağladılar ki Hanlar Bölgesi, Akdeniz ticaretinin adeta kalbi hâline geldi.
Maalesef biz Osmanlı fetihlerini sadece şu tekfur bize yan baktı, haddini bildirelim; biraz batıya gidelim; biraz da doğuya gidelim gibi mantık dışı bir düzlemde anlatıyoruz. Aslında bir bölge imparatorluğa eklendi mi onu bir zar gibi kuşatacak uygarlık stratejileri devreye sokuluyor, burayı besleyecek ekonomik, ticari, sınai damarların oluşturulmasına girişiliyordu.
Osmanlılar Bursa’da işte bunu denediler. Ama bu, işin sadece ekonomik, ticari boyutu. Aynı zamanda kültürel ve manevî olarak da Bursa’yı başkent yapmaya yöneldiler; bence esas önemli olan, bunların kombinezonu ve koordinasyonu; burası çok önemli. Tek tek yukarıdakiler yapılabilirdi ve kimi başarılı olabilir, kimi de olamazdı. Ama öylesine büyük bir proje ki bu, Bursa’yı maddi, manevi, kültürel, sanatsal, ekonomik vs. yönleriyle destekleyen yoğun bir çalışmanın mahsulü olarak ortaya çıkmış görüyoruz, 14. yüzyıl Bursa’sını.
Emir Sultan Cami (1894)
Dolayısıyla Bursa, Osmanlıların Anadolu’nun batı ucunda, Bizans’ın ama aynı zamanda Anadolu beyliklerinin tecrübeleri ve birikimleri karşısında yüzlerini ağartacak bir proje olmalıydı. Bunu nasıl başardıklarının hikâyesi anlatılıyor kitapta. Diyebiliriz ki Molla Fenari, Emir Sultan ve Somuncu Baba gibi büyük fikir ve maneviyat önderleri de bu projeye katıldılar. Öbür tarafta Orhan Gazi, Yıldırım Bayezid, Çelebi Mehmed, Umur Bey, İvaz Paşa gibi sıra dışı devlet adamlarının emeklerini görmekteyiz. Lamii Çelebi, şair Ahmed Paşa, Üftade Hazretleri ve ismini burada sayamayacağımız kadar çok arif, sanatkâr ve kültür adamı Bursa’yı 14. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren irfanla, sözle ve estetik müdahaleleriyle yoğurmaya başladılar. 15. yüzyıla girerken Bursa öyle bir hâle geldi ki sanki yüzlerce yıldır bölgenin en büyük şehirlerinden biriymiş gibi parlamıştı. Bir kalp gibi o birikimi toplayıp gövdeye tekrar temiz kan hâlinde pompalayan bir merkez olmayı başarmıştı ki bunu başaran şehre adıyla sanıyla “başkent” diyoruz.
Orhan-Gazi-ve-Osmangazi-Türbeleri-1890
Osmanlılar önce bu çabayı Bursa’ya yönlendirip teksif ettiler. Sonra aynı görevi yerine getirmek üzere Edirne’ye gittiler. Malum, bir dönem Bursa’yla Edirne eş başkent şeklindeydi: iki başkentli bir dönem yaşandı Osmanlı’da. Daha sonra İstanbul Osmanlılar için vazgeçilmez başkent oldu. İmparatorluk Viyana’dan Yemen’e, Hazar Denizi’nden Cebel-i Tarık’a kadar muazzam bir alanı kontrol etmeye başladı. Ama çekirdeği veya anahtarı hep Bursa’da kaldı. Bursa’daki tecrübe, mayalanma ve projelendirme çabası, bütün bunları tohum hâlinde bünyesinde bulunduruyordu. Nitekim Sinan asrına geldiğimiz zaman Osmanlılar Bursa’yı şu özelliğiyle hatırlıyorlardı: Başarımızın, ruhumuzun, dinamizmimizin kaynağı Bursa’dadır. Bursa’yı Osmanlı’nın tohumu, prototipi gibi değerlendirdiler.
Yeşil Türbe- (1894)
Bursa’daki mimari eserler şehri fetheden Orhan Gazi döneminden başlar ve II. Bayezid dönemine kadar uzanır. Fatih devrinden sonraki eserler büyük külliye yatırımları değil, daha çok hamam, türbe, çeşme gibi minör sosyal yatırımlar cümlesindendir. Külliye şeklindeki büyük yatırımlar, Hamza Bey Külliyesiyle bitmiş görünür. Bursa, çehresinin ana çizgilerini belirleyen 5 S-sultanın (Orhan Gazi, I. Murad, Yıldırım Beyazıd, Çelebi Mehmed ve II. Murad’ın) mimari hamleleriyle kentsel hedefine varmış görünür. Böylece şehir, Osmanlı kaleminin potansiyel kudretini yontmuş, İstanbul’da odaklanacak müstakbel gelişmelerin kapısını çalmış ve oğullarını uçlara yollamış bir anne tavrıyla kendi âleminin saçlarını taramaya koyulmuştur. Bu yüzden Osmanlılar Bursa’yı ufkumuza doğuran bu ahengi bozmanın neredeyse bir günah olduğu kanaatiyle, ona dokunmamayı bir prensip addetmişlerdir.
Atatürk Caddesi - Heykel
Nitekim bir “Mühimme Defteri”nde bulduğum belgeye göre, Sultan II. Selim, Hassa Mimarbaşı Sinan’a Bursa’da kardeşi Mustafa için bir türbe yapmasını emreder. Ne var ki memleketin her köşesini “nakş u nigâr” ettiğini söyleyen Sinan, Bursa’ya bir türbe dahi yapmayı kabul etmez. Görevden affını rica eder. Ve bu tavrı da anlayışla karşılanır. Nitekim Bursa’da hiçbir eseri yoktur Sinan’ın.
Anlaşılan Sinan’ın kafasında Bursa, kuruluş döneminin hatıralarını, gayretlerini, safiyetini muhafaza eden bir iç hafıza gibidir, daha doğrusu, muhafaza edilmesi gereken, kendi içinde kristalize olmuş bir dünya gibi. “Günün birinde Osmanlı ‘Osmanlı’ olmaktan çıkarsa biz yine Bursa’ya döner, onun şifa veren suyunda yıkanır ve her şeye yeniden başlarız.” diye düşünmüşlerdir muhtemelen.
marmagan1@hotmail.com