Bursa’ya Osmanlı’nın gözünden bakmak
Malum, Osmanlı tarihinin üzerine kalın bir şal örtülü. Bu, Osmanlı’yı başka bir şeye benzetmek için üretilmiş bir şal. İftiralar, yanlış anlamalar, eksik anlatımlardan oluşan şalı kaldırmak için büyük bir efor sarf ediyoruz ki, bu o kadar da kolay olmuyor. Nedir burada önemli olan? Bize Osmanlı’yı bu şekilde gösteren bilgilerin sınanması, gerçek bilgilerle karşılaştırılması; eyvallah. Ama herşeyden önce de ‘Osmanlı’yı yakın dönemin şartlanmalarının dışında görme şansımız var mı?’ diye bir soruyu sürekli cebimde hazır bulundurmayı amaçlıyorum. Aynı şeyi Bursa’da da yapmaya çalıştım.
Bursa acaba farklı bir mesaj veriyor olabilir mi bize? Bursa niçin Osmanlılar tarafından bu kadar önemsendi? Sinan niçin Bursa’ya dokunmaya kıyamadı? Kanuni niçin Bursa’da bir abide yapmak sevdasına kapılmadı? Sonraki yüzyıllarda da bu tavır devam etti. Ancak harap olan eserleri tamir etmekle yetindiler ama Bursa’yı özellikle mimari dokusu bakımından kuruluş döneminin hatıralarıyla baş başa bıraktılar. Peki bunu yaparken verdikleri mesaj neydi? Bursa’yı kurarken nasıl bir proje geliştirmişlerdi? Bütün bu kültürel, manevi ve maddi yatırımları Bursa’ya yönlendirirken nasıl bir dünya tasarlıyorlardı?
Bunları sorduğumuz zaman ister istemez bugün bize anlatılmakta olan Bursa paradigmasının, Bursa anlatısının dışında bir bakış açısına yerleşmeye başlıyoruz ve o zaman Bursa yeni açılardan görünmeye başlıyor gözümüze. Osmanlılar mı Bursa’yı kurdu, yoksa Bursa mı Osmanlıları kurdu? meselesi gündeme geliyor. Acaba Osmanlı’yı Bursa tohumları nasıl şekillendirdi? Bir başka şehirde kurulsaydı, Osmanlı yine bildiğimiz varlık olur muydu?
Fotoğraf: 1963 yılında işletmeye açılan Teleferik
Sinan Bursa’da bir eser yapmadı ama Bursa eserleri Sinan’ı etkiledi. Nasıl etkiledi? Mesela çinicilikte. Mesela Sokollu Mehmed Paşa’nın Kadırga’daki camiinde, Rüstem Paşa Camii’nde, Süleymaniye’de, Selimiye’de Mimar Sinan çini kullanmaya devam etti. Halbuki çinicilik, Selçuklu ve Bursa dönemlerinin süsleme unsurlarından biriydi. Minarelerde şerefenin üzerine bir sıra çini koyduğunu görüyoruz Sinan’ın. Nitekim onun döneminde Yeşil Camii’nin minarelerinin bugünkü gibi tuğla olmadığını, üzerinde bir çini kaplama bulunduğunu bilirsek Sinan’ın İstanbul’a Bursa’dan neler getirdiğini de fark etmiş oluruz. Dolayısıyla bu gibi deliller bize Bursa’yla ilgi yeni açılımlar sunuyor.
Uludağ diyoruz. Kayak, turizm merkezi olarak görüyoruz orayı. Halbuki Lamiî Çelebi’ye gittiğiniz zaman Kanuni döneminde bir Osmanlı derviş-şairinin Uludağ’ı manevî bir hale içerisinde kuşatmaya çalıştığını görürsünüz. Ve bu dağı o kadar ilginç kozmolojik sembollerle anlatıyor ki, bir alabalığın üzerindeki renkleri, gökyüzünden vurmuş ilahi sanatın tecellileri olarak görüyor. Çimenlerin yeşilliğine Sıbgatullah’dan (Allah’ın boyasından) boyanmış diyor; kuşların ötüşünü hayvanların kendi aralarındaki hafi zikrine benzetiyor. Şimdi bu başka bir dünya; bizim gördüğümüz ve metalaştırdığımız Uludağ ile o insanların dünyasındaki Uludağ bambaşka özellikler taşıyordu.
Irgandı Köprüsü
Bu yüzden Bursa’yı yeniden keşfetme noktasındayız. Sırlarını, verebileceği mesajları öğrenmek bugün bu toplumda, bu çağda yaşayan insanlar açısından da önemlidir. Şu açıdan da önemli: Acaba kuruluş döneminde, bahsettiğimiz Bursa projesinde hangi unsurlar devreye sokuldu? Bu gelişme ve geleceğe yönelme azmini insanlar nasıl elde etti? Bursa’da bu azmi nasıl ortaya koydular? Hangi örneklerle, hangi açılımlarla bunu gerçekleştirdiler? Bin yıllık başkent İstanbul’un karşısında nasıl oldu da ezilmediler? Çünkü doğularında büyük bir Selçuklu medeniyeti vardı, batılarında Bizans medeniyeti; ve bu ikisinin arasında ikisi gibi de olmayan, ama her ikisinin de unsurlarını hazmetme becerisini göstermiş bir yeni harman yeri kurmayı başardılar. Nasıl?
Bugün insan yetiştirme, geleceğe yatırım yapma noktasındakilerin Bursa’ya dönüp ‘Bu harç nasıl karıldı, bu sentez nasıl başarıldı?’ diye sorması ve Bursa’ya bu gözle bakması gerekir. Somuncu Baba’nın somunlarına, Emir Sultan’ın erguvan zikrine, Cünunî Ahmed Dede’nin semaına, Eşrefiler tekkesinin nasıl kurulduğuna bakarak o mayaların nasıl tuttuğunun, nasıl şekillendiğinin sırlarını fark edebiliriz.
Yeşil-Türbe-1894
Mesela Ulu Cami’nin doğu minaresine bakalım. Orhan Gazi’nin yaptırdığı Emir Hanı’nın ahırıydı bu yer; hanın girişinde binek hayvanlarının bağlandığı bir ahır. Yıldırım Bayezid Ulu Cami’yi tam ahırın sınırına kadar getirip dayadı. Oraya da minare yapılacak. Fakat minareyi yapacakları yerde dedesine ait hanın ahırı var. Diyebilirsiniz ki, minareden daha değerli ne olabilir? Yıksın ahırı, yapsın. Fakat yapamamış. Ekrem Hakkı Ayverdi’nin Osmanlı Mimarisinin İlk Devri adlı kitabında bunun hikâyesi genişçe anlatılıyor. Niye yapamamış? Çünkü o bir vakıf; babasının, dedesinin bile olsa vakıf malına kimse elini süremez. Minare yaptıramıyor, problem devam ediyor, en sonunda vakıf mütevelli heyetiyle şöyle bir anlaşmaya varıyorlar: Ahırın yeri minareye verilecek ama ona karşılık şu kadar köy Emir Hanı vakfına bağışlanacak. Ancak böyle bir becayişe razı oluyorlar. Vakfa saygı; çünkü vakıf Allah’a ve toplum yararına kullanılmak için emanet edilmiş bir değer. Ve kimse ‘Burası babamın, dedemin vakfıydı, istediğimi yaparım’ diyemez.
Bu örnekler bize bir şeyi anlatıyor olmalı. Bursa’da kuruluş döneminde bugüne getirebileceğimiz ve geleceğe projekte edebileceğimiz örnekler tohum halinde mevcut. Bugün hepimizin ‘Bu örnekler hayatımda neye tekabül ediyor? Dünyamda ne gibi değişiklikler meydana getirebilir?’ diye düşünmesi ve Bursa’ya böylesine bir canlı kaynak gibi, sürekli bize bir şeyler söylemeye çalışan bir büyük hazine sandığı gibi bakmayı öğrenmesi gerekiyor.