Bu köşeyi böyle bir maksat için kullanmak istemezdim, ama mecbur kaldım diyeyim de siz anlayın. Yazı yazmaya ve yazdığım yazıları yayımlamaya 1979 yılında başladım. Ve bu başıma 41 yıldır ilk defa geliyor. İlk yazımın Yeni Devir gazetesinde yayımlanmasının üzerinden Şubat ayı başında tam 41 yıl geçti. Böylesini yaşamadım.
Mesele şu efendim:
Diyanet dergisine bir dostun talebi üzerine merhum Akif İnan’ın Mescid –i Aksa şiirinden hareket ederek şairin / yazarın içinde bulunduğu çevrenin izlerini yazdığı edebî esere aksettirdiğini anlatan, yazdığı şiir veya yazıda içinde bulunduğu çevrenin dil tercihinin de bu esere yansıdığını örneklerle anlatan bir yazı vermiştim. Yazıyı kaleme aldığım günlerde Kudüs tartışması meşgul ediyordu gündemimizi. Onun için de merhum Akif İnan ağabeyi yadetmeyi de hedefleyerek bu şiirini seçmiştik bazı şeyleri dile getirebilmek için. Diyanet dergisi yazıyı yayımlamış, ama “bu ne yayımlamaymış be!” dedirtecek şekilde yayımlamış. Yazıyı iki sayfaya sıkıştırabilmek için orasından burasından keserek Nasrettin Hoca’nın “Şimdi kuşa benzedi işte!” latifesindeki gibi tam bir kuşa benzeterek yayımlamış! Madem yazı iki sayfaya sığdırılacak hiç değilse yazıyı kaleme alan kişiyi arayıp “Şöyle bir tasarrufta bulunmak istiyoruz. Bunu siz mi yaparsınız, yoksa biz mi yapalım?” diye sormak gerekmez mi? Hiç değilse yazıyı madem kesip biçtiniz “Yazı şu hâle geldi. Bütünlük bozuluyor mu? Yazının söylemek istediği sarih biçimde kendini koruyor mu?” diye sormak o kadar zor mu? Yazıyı yazan kişiye hürmetiniz olmayabilir, bunu anlamak mümkün! Çünkü herkesi sevmek, herkese / her emeğe hürmet göstermekle kimse sizi mecbur tutamaz! Yok böyle bir kaide çünkü! Yazıyı yazana hürmetiniz yoksa yazıya hürmetiniz olsun bari! Yazıyı kutsal gören bir kültürün varisleriyiz çünkü. Yazı hürmete layıktır tevarüs ettiğimiz kültürde.
Oysa yazıyı yayımlamak zorunda değildi dergi. Yazdığımız her yazı yayımlanacak diye bir şart yok! Tamamlanan yazı yazıldıktan sonra bir varlık hâline gelir ve yazının bu hâli bir bütündür, eksiltmeye gelmez. Diyelim ikinci paragraftaki bir kelime veya cümlenin on yedinci paragraftaki bir kelime veya cümleyle bir bağlantısı vardır ve bu kelime veya cümlelerden hangisini çıkarırsanız çıkarın varlığı sakatlamış, anlamı eksiltmiş olursunuz. Bu sakatlama veya eksiltmeye yazıyı kaleme alanın dışında kimsenin hakkı yoktur. Yapılacak tüm müdahaleler kesinlikle o yazıyı kaleme alanın bilgisi ve izni dâhilinde yapılabilir. Bu genel kabul görmüş bir durumdur ve yazı yazıp herhangi bir dergi veya başka medya organlarına gönderenler bunun bilindiği ön kabulünden hareketle gönderirler yazılarını ve içleri rahattır. Rahattır, çünkü yazılarının başına her yazının başına gelebilecek olan küçük tashih hataları dışında bir şey gelecekse yazının başına gelebilecek o şey her ne ise kendilerinin haberdar edileceğini bilirler. Buna yazının yayımlanmaması da dâhildir. Yazıda yapılabilecek kısaltma gibi tasarruflardan ise mutlaka haberdar edileceklerinden isimlerinin Ali, Ahmet, Ulaş, Fatma, Sibel, Sema olduğundan emin oldukları kadar emindirler. Çünkü hiçbir yayın yönetmeni veya derginin o yazının değerlendirileceği biriminin editörü yazarına danışmadan veya yazarını haberdar etmeden böyle bir tasarrufta bulunma cüretine sahip değildir. Yazıyı kaleme alan kişi yazdıklarında diretir ve yapılmak istenilen değişiklik veya kısaltmalara rıza göstermezse yazıyı yayımlamazlar olur biter. O yayın organına yazısını gönderen kişi de o yazıyı yayımlayacak olan kişi de bu konuda hemfikirdirler çünkü. Bunlar dile getirilmemiş olsa da hemfikirdirler. Çünkü böyle bir şey yapmaya hiçbir yayıncı cüret etmez, edemez!
Biz kırk yıldır bu ön kabul üzerinden hareket ederek yazı yazıyor ve yayımlıyoruz. Bugüne kadar da başımıza böyle nahoş bir olay gelmedi. Gazetecilik yaptığım dönemde bile başıma böyle bir şey gelmedi. Özellikle yazılar konusunda böyle bir şey yaşamadım. Yazdığımız haberlerin kısaltıldığı oldu, haberin kendimizce en önemli kısmı dediğimiz kısımlarının haberden çıkarıldığı oldu, ama en azından o çıkarmaların, o kısaltmaların niçin yapıldığının gerekçesi izah edildi. Üstelik o izahı yapanlar maişetimizi gazeteden temin ettiğimiz için bizim patronumuz konumunda insanlardı.
Diyanet ise bizim bu konulardaki tüm ön kabullerimizi yıkarak en azından benim yazı hayatımda bir ilke imza attı: Yazıdan o kadar hayatî kısımları çekip çıkarmışlar ki, yazı tanınmayacak hâle gelmiş! Yazıdan o eksiltmeleri yapan Diyanet İşleri Başkanlığı çalışanı kimdir merak ettim dersem abartmış olmam! Çünkü yazının bir iddiası var ve bu iddianın yan iddiaları var. Ve bu iddialar örnekleniyor yazıda. Yazı öylesine sorumsuzca ve hoyratça eksiltmelere maruz kalmış ki, ne yazının neyi iddia ettiği anlaşılıyor ne de bu iddianın yan iddiaları biliniyor! Üstelik örneklemeler de ortada yok! Yazı öyle bir hâle gelmiş ki ortaokul talebesi bile ı yazıdan daha bütünlüklü bir yazı kaleme alabilir! Açıkçası ortaokul ve lisede okurken çıkardığımız duvar gazetelerinde bile ben bu kadar acemi, bu kadar bütünlükten yoksun bir yazının altına imza atmadım hiç!
“Hicret, Tenha Sözler”le mi Dile Gelir?” başlığıyla yayımlanan yazının ne dediğini anlayabilen biri olursa bu işlerden hiç mi, ama hiç anlamadığımı ilan edeceğim! Yazının yayımlanan bu hâli okurda bıraktığı izlenim şu olabilir ancak:
“Bu yazıyı yazan kişi herhalde çok önemli bir konumda ki bu rezalet yazıyı Diyanet yayımlamak zorunda kalmış!” Çünkü böyle bir yazı benim önüme gelseydi ve kazara dergiyi ben çıkarıyor olsaydım o yazıyı ancak bir şartla yayımlardım ve ertesi gün de bu işten beni mazur görmelerini isterdim: Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın talimat vermesi durumunda o yazıyı ancak yayımlayabilirdim! Başka türlü hiçbir güç beni o yazıyı yayımlamaya ikna edemezdi! Yazı o kadar dağınık ve anlaşılmaz bir hâle gelmiş çünkü!
Diyanettir yapar bu neviden edepsizlikler demekten kendimi alamıyorum!
Biliyorsunuz bu Devlet’in kuruluş aşamasında üç temel direği vardı ve bu üç temel direğin kuruluş kanunları da aynı gün çıktı Büyük Millet Meclisi’nden. Bu kanunlardan biri de Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kuruluş kanunuydu! Onun için de Diyanet İşleri Başkanlığı’na düşmanlık edebilirsiniz, ama asla eleştiremezsiniz! Dine karşısınızdır veya Diyanet’e karşısınızdır, onun için istediğiniz kadar saldırabilirsiniz. Fakat asla eleştiremezsiniz! Çünkü Diyanet en doğrusunu, sadece en doğru olanı yapar! O en doğruyu da sizin eleştirmeye cüret etmeniz haddi aşmaktır! Haddi aşanların ise bu memlekette başına olmadık işler gelebilir!
Diyanet’in yaptığı bu edepsizlik yenilir yutulur bir şey değil. Ve ben Diyanet’e saldırmıyorum, açıkça eleştiriyorum: Diyanet haddini aşmıştır!