Edebiyat, bize edebiyat denilen midir!

Hikâyeden romana, şiirden hatırata kadar birçok yazı türü edebiyatın şubelerinden biri olarak kıymet görür ve bu kıymete göre de değerlendirilir. Edebiyatın edeble bağını, şiirin şuurla bağını unutmadan bakarsak meseleye bize edebiyat olarak takdim edilen şey her ne ise işte onun neye tekabül ettiğini, belki de ne olduğunu daha sarih bir şekilde anlama imkânını yakalarız.

Bir de şunu aklımızın bir köşesinde tutmamız gerekebilir:

Tanımlanan, tanımlayanın tahakkümünü taşır. Her ne olursa olsun bir şeye isim veren, o şeyi tarif eden her kim ise isim verilen, tarif edilen şeye kendi renginden de aktarır. Artık o isim ve o tarif ismi verenin rengini de muhafaza eder varlığında. Bir genelleme yaptığımın ve her genelleme gibi yaptığım bu genellemenin de yanlışlanabilir olduğunu biliyorum. Haydi meselenin alanını biraz daraltalım ve içtimaî meselelerde bu böyledir diyelim. Edebiyat bir içtimaî mesele olduğu gibi tarikat da bir içtimaî meseledir. Mesela Nakşi yollardan birini tarikat olarak adlandırdığınızda başka bir şey, irticaî topluluk veya misallerine Hindistan’da rastlanan inisyatik ve gizli bir cemiyet olarak adlandırdığınızda başka bir şey söylemiş olursunuz. Tarikat olarak adlandırdığınızda tarifinizi tarikat kelimesinden hareketle, tarikat kelimesinin tedailerini de hesaba katarak yaparsınız ve o Nakşi yol bu tarifin işaret ettiklerine delalet eder. Aynı şey irticaî hareket olarak veya gizli cemiyet olarak adlandırdığınızda da geçerlidir. Tarifinizi bu adlandırma üzerinden yaparsınız çünkü. Adlandıranın rengini taşır dediğim tam da bu. O Nakşi yol, kendisini tarikat olarak adlandıran ve tarif edenin veya irticaî hareket / gizli cemiyet olarak adlandıran ve tarif edenin rengini taşır varlığında.

Edebiyat da onun gibidir. Hani bir zamanlar, en azından bizim çocukluğumuzda geçerli olan ebced kâğıdından elifbanın harflerini öğrenirken kullanılan bir kalıp vardı “ha şöyledir, hı da ona benzer, cim karnında bir nokta…” şeklinde, işte ondaki edebiyat da ona benzer! Şimdi artık modernleştik ve ebced kâğıdını bilenimiz kalmadığı gibi, ebced kâğıdındaki öğretme yöntemini bilen de duyan da kalmadı! Ebced kâğıdındaki yöntemle bir yandan harfler tarif edilip öğretilirken, bir yandan da cemiyetin hafızasındaki bilgiler de harfler aracılığıyla öğretiliyordu. Harfi tarif eden cemiyetin hafızasındaki bilgi ve cemiyetin dilindeki hallerdi. Modern öğretme yöntemleriyle ne cemiyetin hafızasındaki bilgiler ne de cemiyetin dilindeki haller aktarılıyor artık talebeye. Çünkü hafızadaki o bilgiler de dildeki o haller de unutulmaya terkedildi. Hatta geçerliliğini yitirdi bile diyebiliriz. Bu çok üzücü, ama gerçek de ne yazık ki bundan başka bir şey değil.

Edebiyat kelimesinin edeb ile, şiir kelimesinin şuur ile bağı koparıldı. Koparıldı, çünkü artık edebiyatı adlandıran, edebiyatı tarif eden zihniyet edebiyata “yazın” diyen zihniyet. Edebiyatı yazın olarak adlandırdığınız anda edebiyata bitişik olarak kelime kelimesini kullanamaz, onun yerine sözcük sözcüğünü ikame etmeniz gerekir. Her iki kelimenin de tevarüs ettiğimiz gelenek, içinde yetiştiğimiz ve hafızamızı oluşturduğumuz cemiyetin yaşayan unsurları arasında herhangi bir karşılığı, herhangi bir tarihi yok. Bir kelimenin tarihi öyle 40 – 50 yılda oluşamıyor ne yazık ki. Bir kelime cemiyetin hafızasına öyle bir nesilde yerleşemiyor bildiğiniz gibi. Bir ihtimal bizim neslin çocuklarının zihninde belki bir şeyler çağrıştırabilecek bu iki kelime, ama terkedilen iki kelimenin tedai ettirdiği edeb ve şuur kelimelerini çağrıştırmayacak. Bereket şiir kelimesi yerine uydurulan kelime başta yazıp çizenler olmak üzere cemiyette bir yer edinemedi de şiir kelimesinin bir edebî tür olarak şuurla bağını kurabilmek halen mümkün olarak yerli yerinde duruyor. Fakat edebiyat kelimesine ve edeb kelimesine dair aynı şeyi söyleyebilmek, aynı mümkünlüğü koruduğunu iddia edebilmek artık ihtimal dışı kalmak üzere.

İnsan hayatı için uzun, ama cemiyetlerin hayatı açısından hiç de uzun sayılmayabilecek bir zamandır edebiyatı adlandıran ve tarif eden kesimin bu milletle bir meselesi, bir nizası olan kesim tarafından yapıldığını müşahede ediyoruz. Ve edebiyat dediğimiz şey her ne ise, işte o şeyde iktidar olan kesim de bu kesim ne yazık ki. Bu kesimin edebî iktidarını pekiştirmesinin önemli duraklarından birini 1961 anayasası ile ortaya çıkan atmosfer oluşturdu. O anayasanın yerleşmeye başladığı tarihe kadar farklı edebî tavır, farklı zihnî dünyalara sahip olan kalemler aynı dergilerde edebî mahsullerini okur karşısına çıkarabilirken, o anayasanın getirdiği yapıyla birlikte artık aynı dergilerde yazamaz hale gelindi. Bu ise edebiyat dediğimiz sahanın gittikçe fakirleşmesinin sebeplerinden birini oluşturdu.

Cumhuriyeti kuran irade ve kurucu kadronun yaptığı gelecek tasavvuru ile barışık bir düşünce dünyasına sahip olanlar “edebiyat şudur” dediler ve edebiyat artık o tarif edilen oldu. O adlandırma, o tarifle birlikte edebiyat olarak o tarifin sınırları içinde kalanlar kabul edildi. O sınırlar içinde edebî bir beğeni, estetik bir beğeni tarzı da kendiliğinden yazıp çizenler tarafından kabul edildi ve o sınırların dışında kalan, daha doğrusu cumhuriyetin gelecek tasavvuru ile barışık olmayan kalem erbapları edebiyatçı olarak bile kabul edilmediler. Ya görmezden gelindiler ya da tahfif edildiler. Bir yandan tahfif ederken diğer yandan da o kalem erbaplarının itibarlarının rencide olmasına aldırış etmeden iftira düzeyinde saldırılar düzenlediler.

Bugün gelinen noktada ise şunu görüyoruz: Edebiyatın edeble, şiirin şuurla bağı gözden saklanabildiği kadar saklandı. Edebiyatta iktidarı elinde bulunduranların yaptıklarına ise edebiyat demek yerine belki yazın demek daha doğru olur! Edebî eser olarak görülebilecek ürünleri şöyle bir gözünüzün önüne getirirseniz ne demek istediğim belki biraz daha sarih olarak görülebilir.