Edebiyat hem kelime olarak hem de yazma biçimi olarak her daim tartışma konusu olmuş mefhumlarımızdan biri. Sadece mefhum olarak değil, kelime olarak da tartışılmaktan masun kalabilmiş değil. Masun olmak kelimenin kendisinden neşet eden bir hâl değil. Bizim o kelimeye yüklediğimiz değer yüzünden masun olup olmadığı gündemimize giriyor. Yoksa herhangi bir değer yüklenmeden, mesela lügatte bir kelime olarak bakıldığında masun kalıp kalmadığı hatırımıza bile gelmiyor.
Kelime ve mefhumlarımızın tartışmalı hâle gelmesi ne yazık ki bu dilin, yani güzel Türkçemizin bir kusuru değil. Kusur dilin değil. Kelimelerin tartışmalı hâle gelmesinin tarihini öyle çok uzağa götürmenin pek bir alemi yok. Mesela Tanzimat Fermanı öncesi ve hemen sonrasında başlatılan dil tartışmalarına kadar götürmeye gerek yok. 1932 tarihinde kurulan Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin kurulmasının ardından 2 yıl gibi kısa bir zamanda “emir demiri keser” sözü fehvası gereği “vur deyince öldür” anlayan bir okumuş taifesinin “padişahtan fazla padişahçılık yapması” üzerine kelimelerimiz, mefhumlarımız tartışmalı hâle gelmiştir. Hem de ne tartışma! İş o noktaya gelir ki kaleme alınıp basılan yazı – kitap gibi neşriyatın ne dediğini bırakın okur taifesinin anlamasını okur – yazar taifesi bile anlamaktan oldukça uzaktır. Çünkü kelime uydurma adına öyle kelimeler devreye sokulur ki o kelimenin taşıdığı anlamı sadece o yazı yahut kitabı kaleme alan dışında kimse bilmez. Basılan eseri sadece kaleme alan kişi anlar hâle gelmiştir matbuat âleminde.
1934 tarihinde geri adım atılmasına rağmen 1940’lı yıllar ve 1960’lı yıllardan sonra gemi iyice azıya alır okur – yazar taifesi. 1934 ile 1940’ların başına kadar biraz ılımlı bir tarzda giden dilde tasfiye ve yeni kelime uydurma hadisesi Tek Parti diktası döneminde yeniden azıtır. 1950’li yıllar eskisi kadar olmasa da yine de bir ılımlılık hâkim olur matbuat âlemi ile edebiyat mahfillerine. Fakat 1961 darbe anayasasının kabulünün ardından Türkiye’de cepheleşme ve çatışma ortamının gerekliliği yüzünden gemi tekrar azıya alan edebiyat mahfilleri Türkçeyi neredeyse içinden çıkılmaz bir hâle getirirler. Yaşı müsait olanlar hatırlayacaktır 1970’li yıllarda bazı kurumların yayınladığı kullanılması yasak olan kelimeleri ihtiva eden genelgeler yayınladığını. TRT o kurumların başında gelirken, bu meselenin koç başlığını yapan ise 1970’lerdeki ismiyle TDK nam 1932’de kurulan Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin ta kendisidir.
Bunun kelimenin tüm anlamlarıyla bilinçli bir şekilde yapıldığını bugün artık biliyoruz. Çünkü mesele Türkçeyi dinî tedaileri (çağrışımları) olan kelimelerden temizleme meselesidir. Türkçenin sadeleştirilmesi meselesi değildir mesele. Tümüyle ideolojik ve sömürge aydını tavrıyla kurumlar aracılığıyla bu milletin okur yazar kesimine bugün ucube gibi gördüğümüz birçok kelime kelimenin tüm anlamlarıyla dayatılmıştır. Dil yüzünden, Türkçe yüzünden bu memlekette cepheleşme ve çatışmalar yaşanmak durumunda kalınmıştır.
Bize edebiyat olarak “edebiyat şudur” denilmiş ve o tarif edilen şey edebiyat olarak hem benimsetilmiş hem de dayatılmıştır. Bize edebiyat olarak belletilen ve dayatılan edebiyata göre edebiyat dediğimiz şey, edebiyatçı dediğimiz kişi çağının tanığıdır, toplumu yönlendirir, toplumun bireylerini geleceğe hazırlar vs.
Tamam, edebiyatın kendini gerçekleştirdiği zamana her halükârda bir şahitliği vardır. Çünkü edebiyat eserinde meydana getirildiği zamana dair birçok malzeme kendiliğinden bulunur. Çünkü o eseri kaleme alan kişi yaşadığı zamandan, yaşadığı çevreden bağımsız gökten zembille inmiş ve insanlarla herhangi bir ilişki içinde bulunmadan yaşamış biri değildir. Yaşadığı zamandan, ilişkide bulunduğu çevreden, hatta hangi ilişkiler içinde o eseri kaleme aldığından bağımsız değildir yazar dediğimiz kişi. İçinde bulunduğu çevrenin hem kültürünü hem değerlerini o da bir biçimde kendinde barındırır. Hatta yaşadığı şehrin ve yaşadığı zamanın kültürünü olduğu gibi, siyasî yaklaşımlarını da taşır üzerinde. Kaleme aldığı esere de bunların hepsi bir biçimde yansır. Ve onun içindir ki yaşadığı zamanın ve toplumun nelerle meşgul olduğundan nelere önem verdiğine kadar çıkarımlarda bulunmak kolaydır kaleme aldığı eserinden.
Yazar öyle de yazarın eserlerini içinde barındıran edebiyat farklı mı? Tabii ki değil. Mesela bugün biz 1930’lu, 1940’lı yıllarla ilgili birtakım kanaatlerimizi dile getirirken o yıllarda kaleme alınmış edebiyat eserlerinden de yola çıkarak dile getiriyoruz tüm bunları. Çünkü o yıllarda kaleme alınan roman, hikâye, şiir gibi edebiyat türlerinde o yıllardan izler buluyoruz. O yılların anlayışından, o yılların tartışmalarından, o yıllarda nelerin revaçta olduğundan o eserler vasıtasıyla haberdar oluyoruz.
Bize edebiyat olarak belletilen şey bize bunları söylüyor, ama ne hikmetse üstüne basa basa şunu dile getirmekte biraz mahcup davranıyor gibi geliyor bana: Edebiyat – edebiyatçı yaşadığı zamana şahitlik etmenin yanı sıra asıl “dil kurucu” bir işlev görür. Dil dediğimiz şey edebiyat eserleri sayesinde, edebiyatçılar vasıtasıyla kurulur. Dil en çok da şairler vasıtasıyla kurulur. Bir büyük şairin şiirine girmeyi başaramamış bir olay nasıl ki sanki vuku bulmamış gibi hatırlanmıyorsa tıpkı onun gibi. Mesela Çanakkale Savaşı İstiklâl şairimiz Mehmet Akif’in şiirine girmeseydi bu kadar görkemli olarak hatırlanır mıydı, bir durup düşünmek lazım. Çok büyük zaferdi mutlaka hatırlanırdı demek kolay buradan bakınca. Fakat aynı dönemde bir Kut –ül Ammare zaferi var ve en az Çanakkale kadar görkem dolu bir zafer, ama bir büyük şairimizin şiirine konu olamamış. Dolayısıyla da uğraşa didine hatırlatılmaya çalışılsa bile, hatırlatmak için ciddi gayret gösterilse bile hâlen Çanakkale zaferinin onda biri kadar bile hatırlanmıyor. Bırakın hatırlanmayı yeni nesiller tarafından bilinmiyor bile.
Şiirin, şairin dil kurmadaki önemi bize edebiyat olarak belletilen edebiyat tarafından da üstüne basa basa hatırlatılmalıydı oysa. Edebiyat ve edebiyatçı için de aynı şey geçerli. Edebiyatın bu dil kurucu özelliği hatırlatılsaydı edebiyat kelimesi tartışılan kelimelerden, mefhumlardan biri hâline gelmezdi. Edebiyat kelimesini tartışmadan masun tutardık. Bu masun tutma da hem meslek hem de okur anlamında edebiyatımızın – edebiyatçımızın işini daha kolay kılardı diye düşünüyorum. Bu kelime yerine garip garip kelimeler uydurmak zorunda kalmaz ve ne dediğimizi daha rahat anlar hâlde olurduk.