Kendimi bildim bileli Türkiye’de gazete okurunun azlığından şikâyet edilir. Şikâyetin haklı olup olmadığı üzerine de bir şeyler söylenebilir, özellikle de gazetelerin tavırları masaya yatırılabilir. Fakat gazetelerin tavrına belki örnek perde arkası olaylarla ilerde değinebiliriz, ama şimdilik meselemiz bu değil.
Meselemiz gazetelerin ne kadar sattığı ve niçin sattığının 60-70 kat üzerinde bir satış rakamı açıkladıkları olacak!
Evet, yanlış okumuyorsunuz asıl satış rakamlarının ne yazık ki 60-70 şişirilmiş rakamı gazetenin satış rakamı olarak açıklıyorlar.
Mesela yandaş – havuz medyası tesmiye olunan gazetelerden birinin satış rakamı 1800. Yazı ile bin sekiz yüz, satıyor bu gazetemiz. Fakat yayınladıkları satış rakamlarına bir bakın isterseniz. Ya 110.000’dir, ya da 120.000. İlk rakam, yani 1800 rakamı o gazetenin gazete bayilerinde sattığı rakamdır. Ve gazetenin gerçek okuyucusu da onlardır. Çünkü gerçek gazete okuru gazetesini gider bayiden satın alır.
Yandaş-havuz medyası tesmiye olunan gazetelerin hepsinin satış rakamları açıkladıkları rakamların en az 60-70 kat altında rakamlar. İçlerinde en fazla satanı 6-7 bin civarında satıyor.
Peki, bu gazeteler satış rakamlarını niçin bu kadar yüksek gösteriyorlar, niçin bu kadar az satıyorlar?
Birinci sebep, gazeteyi çıkaranların, gazetenin mutfağında görev yapan gazetecilerin yüzde 90’dan fazlası bu milleti tanımıyor. Gazetenin Türkiye’ye giriş macerasından itibaren tüm gazeteler “toplumu medenileştirmeye, toplumu dönüştürmeye” çalışan yayınlar yapıyorlar. Gerçekliği değil, kendi zihinlerindeki gerçekliği yansıtmaya çalışıyorlar. Yani ideoloji zerk etmeye çalışan yayını benimsiyorlar. Gazeteler haber vermiyor, haber yapıyorlar. Bunun için de kendilerinin gazetede “harikalar yarattığına” inandıkları mevkutenin niçin istedikleri kadar satmadığına kafaları basmıyor, anlayamıyorlar. O gazetelerin satması garip olurdu!
Haber yapmanın ne demek olduğunu, ne anlama geldiğini belki ileride masaya yatırırız.
İkinci sebep, mevcut durumu ve geleceği okuyamadıkları için çağa ayak uyduramadılar. Çağ kelimesini hiç sevmediğim halde kullanmak durumunda kaldım! İnsanlar, hadi buna gazetelerin hedef kitlesi olarak belirledikleri gazete okurları diyelim, artık basılı kâğıt okumuyorlar. Hele sosyal medya dediğimiz heyula yüzünden bu durum her geçen gün basılı kâğıtların aleyhine gelişiyor. Dolayısıyla basılı kâğıda rağbet eden yok. Satmıyor. İnsanlar artık haberlerini internet ortamından alıyor.
Üçüncü sebep olarak bazı kurum ve kuruluşların yanı sıra bazı belediyelerin “toplu gazete alımı” yaparak muhtemel gazete okurlarını bayiden uzaklaştırmasını gösterebiliriz. Gazete alıp okuyacak, ama ya çalıştığı iş yerinde, ya zaman geçirdiği bir mekânda alıp okumak istediği gazeteyi buluyor insan ve bayiye gidip gazete alma zahmetinden kurtuluyor!
Basılı kâğıt olarak çıkan gazeteler ise satış dışı gelir kalemlerinden birini oluşturan reklam yüzünden satış rakamlarını yüksek göstermek durumunda kalıyorlar. Çünkü gazetelere Basın İlan Kurumu satış rakamlarına göre ilan veriyor. Bunun için de gazetelerin satış rakamlarını belirli bir rakamın altına düşürmemesi gerekiyor.
Ve gazeteler yaptıkları yayınlardan dolayı itibarlarını sıfırlamış vaziyetteler. İtibarlarını sıfırladıkları için kimse de dönüp bakmıyor.
Bu arada muhalefetin merkezi sayılabilecek Sözcü Gazetesi ise bayilerde 300 binin üzerinde satıyor!
Yandaş – havuz medyası tesmiye olunan gazetelerin hepsinin satışından 10 kat daha fazla satıyor Sözcü gazetesi. Hürriyet ve Sabah gazeteleri bile Sözcü gazetesinin 10’da biri kadar satmıyor.
Medyanın kahir ekseriyetinin dönüp bir kendine bakması gerekiyor.
Monşer “yarma ne?” diye sorunca…
Dışişleri mensupları ve onlara benzeyenler için genellikle tahfif amaçlı “monşer” tabiri kullanılır. Bu tabir medyaya da yansıdığı, birçok siyasî şahsiyet tarafından da bu amaçla dile getirildiği için bizim de monşer dememizde bir sakınca yok bu neviden insanlar için!
Türkiye’nin en önemli kurumlarından birinin VIP yemek salonunda akşam yemeğindeydik geçtiğimiz hafta.
Yemek listesinde iki farklı çorba vardı.
Tabii biz hemen adını, nasıl yapıldığını bilmesek de içinde nelerin olabileceğini tahmin ettiğimiz “yoğurtlu yarma çorbası” istedik.
Biz çorbalarımızı içerken kurumun Dış İlişkilerle ilgili biriminden birkaç kişi geldi. Garsonlar “hangi çorbadan istersiniz?” diye sorunca haliyle “hangi çorbalar var?” sorusunu yönelttiler kendilerine soran garsona. Garson “yoğurtlu yarma çorbası” derken monşerlerden biri hemen “yarma ne?” diye sordu.
Bizim ekipten bu soruyu duyanlar hemen koptular! Kahkaha ile de gülemedik, çünkü bulunduğumuz yemek salonu VIP yemek salonuydu! Biz kıkırdamaya başladık.
İki sebebi vardı bu soruyu duyar duymaz kopmamızın: Birincisi “monşer n’olacak, yarmanın ne olduğunu bile bilmiyor” kanaatimiz yüzündendi. İkincisi ise biz de ekip olarak “şafak çorbası” ismini duyunca buna yakın bir tepki göstermiştik, ama bizimki biraz farklıydı, “şafak ne?” şeklinde değildi en azından: “Şafak çorbasının içinde neler var?”