Bir önceki yazıda getirip kadınların moda vasıtasıyla içinde bulundukları toplumları değiştirdiğine bağlamıştık meseleyi. Fakat ondan önce de batıyı kendimiz için öteki olarak belirleyip, biraz da kendimizi rahatlattığımızı belirtip geçmiştik! Ben (biz) ve öteki olmadan neredeyse son yıllarda bazı meseleleri izah edemez hâle geldik. Oysa bunun öncesinde 1930’lu yıllarda ayrım dost – düşman kavramlarının çatışmasıyla izah edilmeye çalışılıyordu!
İbrahim Kalın’ın Ben, Öteki ve Ötesi isimli kitabından bir alıntıyla meseleye girizgâh yapmaya çalışalım, ama Kalın’dan yapacağımız bu alıntının bizim nokta-i nazarımızdan sorunlu olduğunu, bir kaçış olduğunu da belirtmeden geçmeyelim, özellikle İslâm dünyası ile ilgili dile getirdiklerinin:
“Bir ‘öteki’ olarak kurgulanan İslâm algısının arkasında Batı toplumlarının farklı dönemlerde öne çıkan tasavvurları, korkuları, öncelikleri, hayalleri, hesap ve çıkarları yatıyor. Aynı şey İslâm dünyası için de geçerli. Batı merkezciliğe ve sömürgeciliğe karşı çıkmak adına üretilen ben – merkezci tepkiler, ne İslâm ahlâk ve düşünce geleneğiyle, ne de Müslüman toplumları ötekileştirdiği için eleştiren kişilerin aynı hatayı işleyerek monolitik, indirgemeci ve hasmane bir Batı algısı geliştirmesi, çağımızın ironilerinden biridir. Eksik ve yüzeysel bilgilere dayalı olarak inşa edilen ve siyasî-ideolojik bir araç olarak kullanılan Batı imajı, zaten kısıtlı ve sorunlu olan iletişim imkânlarını ortadan kaldırmakta ve yeni husumet ve çatışmalara zemin hazırlamaktadır. Asıl tehlikeli olan, Batı’yı bir günah keçisi ilan edip İslâm dünyasının kendi sorunlarını ötelemek ve onlarla yüzleşmekten kaçınmaktır.”
Alıntı biraz uzun oldu, ama meramımızı izah edebilmek için de alıntıyı uzun tutmak zorundaydık! Bir önceki yazıda Sezai Karakoç’un batı hayranı muhafazakâr aydınların “Batıda her şey iyidir, güzeldir” yaklaşımının günümüz kavramlarıyla biraz da retorik düzeyinde yeniden dile getirilmesinden farklı bir yaklaşım değil bu! Batının sadece günah keçisi olarak ilan edilmesiyle yetinilmemeli, işledikleri günahların hesapları da sorulmalı ve fatura tahsil edilmelidir insanlık adına! Kalın muhtemelen Devlet katında vâkıf olduğu birtakım bilgilerden hareketle iletişim imkânlarının kaldırıp atılmamasını dile getirmek istiyor olabilir. Fakat günah keçisi ilan etmek harcımız olmasa gerek. Tarihten gelen şahitlikleri hatırladığımızda günah keçisi ilan etmenin hem güçlünün işi olduğunu biliyor olmamız gerekir, hem de İslâm dünyasının geçmişte günah keçisi ilan etmek gibi bir teamülünün olmadığının biliniyor olduğu kanaatini taşıyoruz. Bunun adı günah keçisi ilan etmek değil, başka bir şey olmalı! Suçlu ayağa kalk desek yanlış mı dile getirmiş oluruz!
Neyse… Ötekileştirme ameliyesinin neyin göstergesi olduğu meselesi üzerinde fazla yoğunlaşmadan bir önceki yazının mevzuuna dönelim. Bu yazılara başlarken niyetimiz Sezai Karakoç’un Ötesini Söylemeyeceğim şiirinden hareketle 1950’li yılların ortasında tırnak içinde “İslâmcı” camianın batıya nasıl baktığı, batının tarih boyunca ayyuka çıkmış zulüm geçmişi ile günümüz batı toplum ve devletlerini nasıl bir bağlantı ile gördüklerine baktığımız pencereden bir iki kelâm etmekti. Yazı yazma tarzı olarak başlangıç cümlesinden itibaren yazı, yazıyı oluşturan cümleler nereye alıp götürürse onları yazmayı tercih ettiğim için kendimce izaha yeltendiğim meselelere girizgâh yapmak bile benim için sorunlu oluyor! Bu meselede de öyle olacağa benziyor. Muhtemelen Ötesini Söylemeyeceğim ve Masal şiirindeki 7’inci oğulun serencamı meselesini ele alıp izah etmeye çalışmamız epey sonra olacak!
Ötesini Söylemeyeceğim isimli şiiri okuyanlarınız varsa Sezai Karakoç bu şiirinde 10 yaşında Tunuslu bir kızın ağzından Fransız işgalcileri, Fransız barbarlığı hakkında düşündüklerini şiir biçiminde dile getirir. Dönem Tunus’un Fransız sömürgesine karşı yürüttüğü istiklâl mücadelesi dönemidir. Tunus istiklâl savaşını kazanmış ve bağımsız bir devlet olmuştur, ama Raşid el – Gannuşi böyle düşünmez. Türkiye olarak bizim 1923’ten sonra yaşadığımız macerayı onlar 1950’li yılların ikinci yarısında yaşamışlardır. Üstüne üstlük bizim ta Tanzimat dönemine giden bir maceramız da vardır!
Yirminci yüzyılın iki önemli tırnak içinde “İslâmcı” düşünüründen biri olan Gannuşi’nin bağımsızlık sonrası Tunus’un durumuyla ilgili nasıl bir değerlendirme yaptığını gösteren bir iki alıntı yapalım da meramımız aşikâr olsun. Diğer önemli “İslâmcı” düşünür için hemen Aliya İzzetbegoviç ismini buraya kaydedelim. Bakın Gannuşi ne diyor:
“Ülke yöneticileri kendilerini Batı hayranlığına kaptırmış ve Batılıları izlemedikçe medenileşemeyeceğimiz kanaatine varmışlardı. Haliyle, Batı’yı takip etme politikasının başında kadın erkek eşitliği meselesi geliyordu. İşte Burgiba yönetimi bu Batı hayranlığından hareketle geleneksel topluma ait bütün her şeyi, iyi – kötü ayrımı yapmadan şiddetli bir şekilde yıkmaya koyuldu. Onlara göre kadının Batılıların anladığı anlamda özgürleştirilmesi, medenileşme konvoyuna katılmanın en ideal yoluydu. Bu yüzden 1958 yılında medeni kanun yürürlüğe konuldu.” (Kur’an ve Yaşam Arasında Kadın) Gannuşi’nin kitabının isminde yaşam gibi bir kelime kullanılmasını da kitabı yayımlayan yayınevinin eksi hanesine yazın lütfen. Bu kelime bende hiçbir şey çağrıştırmıyor. Bir başka alıntı daha yapalım:
“Kadını özgürleştiren devrim (modernizm), onu cinsel arzuların esaretinden özgürleştiremediği gibi giyim – kuşam ve süs gibi yemlerle onu avlamaya çalışan kapitalist sistemlerin oltasından da koruyamamıştır. Neticede kapitalist sistemler kadını ele geçirmiş, onu bir teşhir aracı olarak kullanmayı, sürekli değişen ürünlerinin müşterisi haline getirmeyi başarmıştır. Böylece devran başa dönmüş, kadim zamanlarda geçerli olan ‘kadın bedeninden ibarettir’ düşüncesi tekrar kök salmıştır.”
Ne kadar tanıdık ifadeler, ne kadar tanıdık tablolar değil mi! Size de öyle gelmedi mi? Sezai Karakoç’un muhafazakâr camia aydınları için yaptığı batı hayranlığı eleştirisi keşke eli kalem tutan kişiler tarafından geliştirilseymiş demeden edemiyor insan! Muhafazakâr aydınların batıyı göklere çıkaran hayranlık dolu ifadeleri ile Gannuşi’nin Burgiba yönetiminin medenileşme girişimleri aynı kapıya çıkmıyor mu? Bir önceki yazıda sözünü etmiştim Orhan Okay, hocaları Nurettin Topçu ve Mehmet Kaplan ile yaptığı bazı yazışmaları kendisi hayattayken kitaplaştırdı. Topçu’nun da Kaplan’ın da mektuplarındaki hayranlık dolu ifadeleri okuyun, siz de aynı şeyleri bulacaksınız muhtemelen.