Hayat tarzımızın bir alışkanlık olduğunu, alışkanlık üzerine inşa ettiğimiz bu hayat tarzının da hayat tarzı anlamında kültür olduğunu kıyısından bucağından izah etmeye gayret eden bir yazı yazmıştık burada. Türkiye gibi karşıtlıkların bir varoluş hali olarak yaşandığı bir ülkede bırakın karşıt kesimlerde yer alanların, aynı kesimde yer alan toplulukların bile hayat tarzlarının farklı olduğunu söylemek Amerika’nın yeniden keşfi olmayacak veya güneşin her sabah doğudan doğduğunu söylemek kadar sıradan bir laf kalabalığı olacak!
Sözgelimi evinde yemek pişirilen tırnak içinde “muhafazakâr” bir aile ile evinde yemek pişmeyen, en azından yemek hizmetçiler tarafından pişirilse bile her gün yemek pişirilmeyen bir yine tırnak içinde “muhafazakâr” ailenin yemek kültürlerinin birbirine benzediğini söylemek abesle iştigal etmek gibi bir şeydir. Bu ailelerin yaşadığı mekânların da farklı olduğunu söylemeye gerek var mı bilemiyorum! Bu mekânların bulunduğu mahallelerin de aralarında uçurumların bulunduğu bir farklılık arz ettiğini söylemeye ise hiç gerek yok. Aslında semt desek daha doğru bir kelime tercih etmiş oluruz, çünkü mahalle dediğimiz şey her ne ise artık onu hatırlayan bile kalmadı büyükşehirlerde! Abarttığımı sanmayın, özellikle büyükşehirlerde yaşayan orta kesim muhafazakâr ailelerin bile yemeği dışarda yediği, evlerinde ise çok seyrek yemek pişirildiği bir dönemde yaşıyoruz ne yazık ki. Yemek kültürümüz değişti, değişmeye de devam ediyor. Sofra adabımız değişti, hatta adabını gözeteceğimiz bir soframız bile kalmadı.
Yemek kültürümüzün değişmesi hayat tarzı anlamında kültürümüzün de değiştiğini gösterir. Bu kültürün değişmesinin getirdiği çok büyük bir tehlikeye ise kimse parmak basmıyor. Kimse hatırlatmıyor yemek yeme tarzımızın değişmesiyle sindirim sistemimizin de değişmeye başladığını, sindirim sistemimizin değişmesinin beraberinde yediğimiz gıdaları değiştirdiğini, yediğimiz gıdaların değişmesiyle ahlâkımızın değiştiğini, bunun da bizi baştan ayağa kimlik ve kişiliğimizi değiştirdiğini. Hayat tarzı anlamında kültür değdiğimiz şeyin alışkanlıklarımızdan meydana geldiğini ve bu alışkanlıklarımıza sonuna kadar sahip çıkmamız gerektiğini söylemek aslında kendi kimlik ve kişiliğimize sahip çıkmak, hatta kendi Dinimize sahip çıkmak anlamına geldiğini şöyle bir durup kendimize ihtar etmemiz gerekiyor. Eskiler “kırk gün et yiyen hayvanlaşır” derlerdi. Merhum Aidin Salih’ten kendi kulaklarımla duydum: “Seyrek de olsa kan grubumuza zararlı yiyeceklerden de yemeliyiz. Kırmızı et mesela bize zararlı ise hiç değilse kırk günde de olsa yemekte bir mahzur yok.” Bunları kendi kulaklarımla duydum, çünkü merhum Aidin Hanım bunları bana bir tavsiye olarak söylemişti. Eskilerin kırk gün et yiyen hayvanlaşır tespitinin farklı bir cümle ile 2007 – 2008 yıllarında dile getirilişi böyleydi!
Büyükşehirde yaşamanın belli bir maliyeti var ve bu maliyet zengin fakir ayırt etmeden herkese bu maliyetin faturasını dayatıyor. Büyükşehirde tam bir karmaşa, tam bir koşturmaca, hatta tam bir dikkatsizlik içinde yaşıyoruz. Çünkü durup etrafa göz atmaya kimsenin vakti yok. Hani şairin farklı bir söz dizimi ve farklı bir bağlamda dile getirdiği gibi kimsenin durup incelikleri görecek hali ve zamanı yok! Mesela evindeki bir hasta ile ilgilenecek zamana ve takati yok kimsenin. Onun için evde hasta bakmak yerine hastayı hastaneye, yani doktor ve hemşirelerin insafına, becerisine terk etmek herkesin kolayına geliyor.
Bu meseleyi düşünme sebebim ise Nuri Pakdil’in hastanede vefat etmesi oldu. Bunu olumsuz bir örnek olduğunu düşündüğüm için söylemiyorum. Nuri Pakdil evlenmemişti, dolayısıyla kendi kurduğu / oluşturduğu bir ailesi yoktu. Kardeş, yeğen gibi büyük ailenin oluşturduğu fertler ise Ankara dışındaydılar. Rahatsızlanınca hastaneye emanet etmenin dışında pek bir seçenek yoktu. Bu seçeneksizlik, bu çaresizlik işte benim bu mesele üzerine düşünmeme vesile teşkil etti.
Hayat tarzı anlamında kültürümüzü oluşturan bir insanın ölüme hazırlanması, ölüme, yani aslî vatanımıza yolcu edilmesi esnasında yaşananlar da bu arada tümüyle çöpe gönderilmeye aday olarak önümüzde duruyor. Mesela hastaneye emanet ettiğimiz, daha doğrusu teslim ettiğimiz kişi etrafında kimsenin olmadığı, kendisine okuyan kimsesinin yanında bulunmadığı bir anda ruhunu teslim edebiliyor. Kimse ona ölüme doğru hızla yaklaşırken kelime –i tevhid veya kelime –i hatırlatıp telkin etmiyor. Başucunda kimse ona Kur’an okumuyor, Yasinlerle uğurlamıyor. Hatta ruhun vücudu terk etmesine yakın birtakım belirtilerin temayüz ettiği anda başında birileri varsa doktor veya acil müdahaleciler tarafından odadan çıkartılarak diyelim ki kalp masajı yapılıyor, kalbe elektro şok aletiyle müdahale ediliyor ve ruh vücuttan ayrılırken elinden tutan kimsesi olmuyor yanında,
Oysa Azrail can almaya gelirken ruhunu kabzetmeye geldiği kişinin ellerinden, ayaklarından, gözlerinden birtakım belirtilerden bu tespit edilebilir. İşte telkin ve hatırlatmanın en gerekli olduğu an bu anlardır. Ve hastaneye teslim ettiğiniz yakınınız o anında yapayalnız bırakılıyor. Tamam, dünyaya gelirken de yalnız geliyoruz, giderken de yalnız gidiyoruz. Ruhumuz, nefsimiz dışında beden olarak yapayalnızız. Bunu görmüyor değilim. Eskilerin bize aktarabildiği kadarıyla sahip olduğumuz bilgi aslî yurdumuza yola çıkmanın arifesinde kişinin el – ayak – göz gibi azalarında gözlenebilen belirtiler bize aynı zamanda son vazifemiz olarak yola çıkmaya hazırlanan kişiye birtakım hatırlatmalar, birtakım telkinler yapma fırsatı ve zamanı bırakıyor. İşte bu hatırlatmalar, bu telkinler bizim hayat tarzı olarak kültürümüzün asla ve asla terk etmememiz gereken, sımsıkı sarılmamız gereken unsurlarından bazılarını oluşturuyor. Oysa hastaneye terk ettiğimiz hastamıza bu imkânı sağlayamıyoruz. Tamam, kimin bu dünyadan imanla göçeceğine karar verecek, onu imanla bu dünyadan yola çıkaracak kişi biz veya hastanın etrafındaki kişiler değil. Bunu biliyor ve görmezden geliyor değilim. Dediğim sadece şu: Bizim o insana son vazifemiz birtakım hatırlatmalar yapmak, birtakım telkinlerde bulunmak.
Oysa artık, özellikle büyükşehirlerde yakınlarımız hastanede vefat ediyor. Yakınımızın başında Kur’an okumak, Yasinlerle yolcu etmek, kelime –i tevhid, kelime –i şehadet, salat ve selam ile göndermek gibi hayat tarzımız haline gelmiş, hayat tarzı anlamında kültürümüzü oluşturan unsurlar da çöpe gitmeye hazırladığımız unsurlar arasına katılmak üzere. Meselenin kaza ve kadere iman gibi, hayatı uzatmanın mümkün olup olmadığı gibi cepheleri de var, ama o konulara girmek bizim boyumuzu da haddimizi de aşar. Biz hayat tarzına dikkat çektik.