Mart ayı ortasından bu yana bir nevi karantinadayız Türkiye olarak. Bir musibetle karşı karşıyayız. Musibetin kökeninde bereket bizim bir dahlimiz yok. Dahlimiz sayılırsa eğer biraz vurdumduymazlığımız, biraz da tedbirsizliğimiz var bu topraklarda hayatını idame ettirenler olarak. Yoksa kurumsal olarak ne sağlık sisteminin ne de Devletin bir tedbir eksikliği var. Bu eksiklikten insanlar tek tek hepimizde! Sağlık sisteminin ve Devletin aldığı tedbirlere, bu ülkede yaşayanlar olarak bizlere getirdikleri birtakım kısıtlamalara riayet etseydik muhtemelen vaka sayımız bu kadar bile artmazdı. Ölümler mi? Vadesi gelenler gidiyor. Sağlık bakanının yaptığı açıklamalara bakılırsa vadesi gelen bu insanlar bu musibete duçar olmasalar da bir şekilde zaten ebedî yurdumuza gideceklerdi. Bir vesile bekliyorlardı anlaşılan ve bu vesile de virüs oldu, ama marazlarıydı zaten onları götüren!
Korona virüsüne karşı alınan tedbirler, bu tedbirlerin kısıtlamalarına karşı riayetsizlikler değil meselemiz. Meselemiz korona nam virüs vesilesiyle alınan tedbirlerin hayat tarzı olarak kültür dediğimiz alışkanlıklarımızda meydana gelen ve yerleşmesinden korktuğumuz bu yeni hâllere dikkat çekebilmek.
Biz millet olarak sevgisini dokunarak, öperek gösteren bir milletiz. Dostlarımızla, arkadaşlarımızla musafaha ederiz, kucaklaşırız. Küçüklerimizin yanaklarından öperiz, büyüklerimizin ellerinden öperiz. Bu hem sevgimizi hem saygımızı göstermenin farklı yollarından biridir sadece. Küçük çocukların saçlarını okşarız, arkadaşlarımızın sırtlarını sıvazlarız. Birbirimize yakın, hem de çok yakın dururuz. Herhangi bir oturak üzerinde oturularak vakit geçirilen yerlerde neredeyse diz dize otururuz. Birbirimizin vücut sıcaklığını hissedecek kadar yakın otururuz üstelik. On kişinin oturup sohbet edebileceği bir mekâna 30 – 40 kişi sıkışarak yürütürüz sohbetimizi. Tüm bunlar bizde herhangi bir rahatsızlığa, herhangi bir kötü niyete de mahal verilmesini gerektirmez.
Biliyorsunuz Mart ayı ortasında bu alışkanlıklarımıza kısıtlama getiren, muhtemelen başlarda zorlandığımız birtakım tavsiyeleri oldu sağlık sisteminin ve Devletin. Mesela artık musafaha yapmayı bıraktık, kucaklaşmayı terk ettik. Bunlar Devletin tavsiyesiydi. İşin kötü tarafı da Devletin bu tavsiyelerini kulak ardı edemeyeceğimiz bir durumla karşı karşıyayız. İnsanın en temel vasıflarından biridir biliyorsunuz hayatta kalmaya çalışmak. Bu insanın neredeyse içgüdüsel diyebileceğimiz bir tavrıdır, yani hayatta kalmaya çalışmak.
Bu virüsün yayılmasını engellemeye yönelik tedbirler bu millete tavsiye edilirken biz insanlar görünüşte birbiriyle hiç de alakası olmayan bir tercihle karşı karşıya bırakılıyoruz: Musafaha veya virüse yakalanma, kucaklaşma veya virüse yakalanma! Virüse yakalanma eşittir ölüme koşar adım gitmek olarak sunuluyor ne yazık ki! Oysa bizi ölümden koruyan ecelimizdir, vademizdir. Bu hatırlatılmıyor. Bereket milletimiz Diriliş Ertuğrul dizisinden aşina olduğu ve Devletin bu tavsiyesi gündemimize girmeden de elini kalbinin üstüne götürerek selamlaşmaya yatkınlık göstermişti. Aşina olduğu bu gönül selamını çabuk kabullendi milletimiz. Fakat kucaklaşma ne olacak, onun yerine ne ikame edilecek? Sonuçta bu milletin kültürünü tevarüs etmiş kişiler / fertler olarak bir dostumuza, bir sevdiğimize sımsıkı sarılmayı önemli hasletlerimizden biri olarak bugüne kadar yaşatmış bir milletiz.
Bu süreçte sizin de dikkatinizi çekti mi bilmiyorum, ben ilk görünce çok şaşırmıştım, gerçi hâlen şaşırmaya devam ediyorum, neredeyse televizyon kanallarının hepsinde ellerin nasıl yıkanacağı ile ilgili tarifleri içeren görüntüler yayınlanıyor. Bu görüntüler bir batı ülkesinde yayınlansa tuhaf karşılanmaz, ama bu görüntülerin yayınlandığı ülke Türkiye beyler! Bu ülke Müslüman bir ülke ve el yıkamayı da bilir, başka yerlerini yıkamayı da! Gördükçe hâlen yadırgıyor, garip karşılıyor olsam da aklıma artık burada yazdığım kültür üzerine yazılarım geliyor!
Evlerimizdeki alafranga tuvaletler yüzünden vücudumuzdaki azalarımızı kendimizin yıkaması gerektiğini unutuyoruz galiba! Klozetin yerleştirdiği bir alışkanlıktan dolayı yıkamamız gereken azalarımızı başkaları yıkasın diye bekliyoruz herhalde. Başkaları derken yanlış anlaşılmasın kendi yapabileceğimiz bir işi aletlere yaptırıyorsak, aletler de bizim için başkalarıdır artık! Başkalarının ille de şahıs olması gerekmiyor yani. Bize elin nasıl yıkanacağı öğretilir hâle geldiysek durum sandığımızdan da daha vahim bir hâl almış demektir! Fakat el yıkamayı tarif eden o görüntülerin hiçbiri sağlıklı görüntüler değil. Tarif edildiği gibi el yıkarsak, yüzlerce yıldır devam ettirdiğimiz el yıkama geleneğimizi de kaldırıp çöpe atmışız veya atacağız anlamına gelir bu. Bu görüntüleri izledikçe “bu ülkede abdest alan kimse kalmamış demek ki” demekten kendimi alamıyorum.
Biliyorsunuz yaşlılara saygı duyan ve duyduğu bu saygısını göstermekten hoşlanan bir milletiz de aynı zamanda. Ellerini öperiz yaşlılarımızın, illa kan bağımızın olması gerekmez onların elini öpmek için. Onlar da bizi ya gözlerimizden öperler ya da yanaklarımızdan. Devletin ve sağlık sisteminin tedbir amaçlı olarak evde kal Türkiye sözüyle birtakım kısıtlamalar getirmesinin ardından bu kültürümüz de çöpe doğru yol almaya başladı! İşin kötü tarafı 65 yaş üstündeki yaşlılarımızın sokağa çıkışının yasaklanmasının ardından sokağa çıkan yaşlılarımız birer nefret objesi hâline gelmeye başladı. Sosyal medya nam mecrada ve televizyonlarda yayımlanan birtakım görüntülere bakınca “Biz ne ara bu kadar değiştik, bu gençler ne ara bu kadar saygısız, bu kadar arsız ve bu kadar yaşlı düşmanı hâline geldi” demekten kendimizi alamıyoruz. Bazı tedbirler alınmazsa yaşlılarımız nefret objesi olarak ciddi biçimde dışlanan bir nesil hâline gelecek. Yaşlılarımızın bu hâle gelmesi ise bu toplumu tümüyle merhametsiz bir toplum hâline getirir. Oysa biz bu milleti tavsif ve tarif ederken dünyanın vicdanı – kimsesizlerin kimsesi – merhamet abidesi gibi deyim ve tamlamaları kullanıyoruz. Yaşlılarımızın dışlanması, toplum dışına itilmesi, üzülmesi, hatta incitilmesi bu milletin başına başka musibetler olarak döner. Aman dikkat!
Biz buradaki hayat tarzı olarak kültür ve alışkanlıklarımıza dikkat çekerken, birtakım yeni hâllerin bizim kültürümüzü değiştirdiğine vurgu yaparken gözettiğimiz hedeflerden biri de bu milletin aslî özelliklerinin yitirilmemesi gerektiğiydi. Sırf sağladığı birtakım kolaylıklardan dolayı bu milleti bu Millet hâline getiren kültür unsurlarını terk edersek bizi bekleyen musibetlerin başında, bugün bizi taklit etmeye uğraşan batılı toplumlara benzeriz. Bu da bizim mahvımıza sebep olur.