Şehrin asırlara uzayan gölgesi -1-

İlk Osmanlı başkenti olan Bursa’nın “Avrasya” şehri olarak portresi

Bir şehri sevmekle başlar her şey

Ünlü hikâyecimiz Sait Faik’in o çok vurucu cümlesi benim için bir çok başka kapıyı da açacak hamile bulutlara benzer: “Bir insanı sevmekle başlar her şey.” Sevmek fiili, hafızamda tekil bir öznenin dar çerçevesinden çıkıp kollektif bir fiile dönüşüyor. İnsan ise şehir ile yer değiştiriyor ve Sait Faik’in cümlesi yeni bir veche kazanıyor: “Bir insanın bir şehri sevmesiyle başlar her şey.” (Bu cümleyi Italo Calvino okusa muhakkak tersine çevirir ve onu, Marco Polo’nun dilinden, “Bir şehrin bir insanı sevmesiyle başlar her şey” kılığına büründürüverirdi.)

Bir şehri sevmek için onun bağrında dünyaya gözlerinizi açmanız şart değildir. Yeter ki aranızda bir kan bağı, bir frekans yakınlığı kurulmuş olsun, yedi yabancı bile olsanız şehir sizi kucaklar, en mahrem sırlarına aşina kılar ve ömür boyu bir avcının barut kokusuna müptela olmuş sadık av köpekleri gibi yanınızdan ayrılmaz. Şehir size sorular sormuş ve cevaplarını hep olumlu almıştır çünkü.

Benim Bursa ile ilişkim de biraz böyle ortaya çıktı. 7 yaşımdayken geldiğim bu şehir vasıtasıyla tanıdım dünyayı. Onun doyumsuz suları iliklerime sindi, onun çam kokulu ormanlarından kopup gelen rüzgârlarla yıkadım saçlarımı. Yağmur ve karlarını bir örtü olarak aldım üzerime.

Böylece Bursa benim içime bir sis gibi sızdı. İstanbul’da da, Petersburg’da da, Bakü’de de içimde taşıdığım şehir oldu Bursa.

Sonraları farkettim ki, aslında Bursa, gençlik yıllarından itibaren Avrupa ile Asya arasında bir kültür ve ticaret köprüsü olmuş, İranlısından Cenevizlisine, Buhara ve Semerkantlısından Kırımlısına, Floransalısından Mısırlısına kadar pek çok Avrasyalıyı cömert sofrasına davet etmiştir. Tarihte oynadığı bu hayatî rol bugün unutulmuş olsa da, yeniden hatırlanmaya değer.

Bursa Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları içerisinde bulunan önemli bir sanayi, tarım ve turizm şehridir bugün. Marmara Bölgesinin İstanbul’dan sonraki en büyük ve gelişmiş şehridir. Nüfusu 3 milyona yaklaşan şehir, Uludağ’daki kayak ve dinlenme tesisleri kadar sıcak kaplıcalarıyla da tanınır. Özellikle Osmanlı tarihinin ilk yüzyılına ait mimari eserleriyle bugün ziyaretçilerin yoğun bir ilgisine mazhar olmaktadır.

Bursa ve civarının Roma ve Bizans öncesi kalıntıları Bythinia Krallığı zamanına kadar geri gider. Genç Pilinus’un mektuplarından anladığımız kadarıyla Bizans döneminin başlarında parlak bir devir yaşayan Bursa daha sonra gelen Türk akınlarıyla güçsüzleşmiş, Anadolu’ya Türk beyliklerinin ve Anadolu Selçuklularının egemen olmasıyla da Batı Anadolu’nun marjinal bir tekfurluğuna dönüşmüştür.

Orhan Gazi’nin 1326’daki fethini müteakip Bursa ile Osmanlı kimliği derinden derine birbirine bağlanacak ve bu ilginç kader bağı daha sonra da sürecektir. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından gelen yenilgiyle birlikte İstanbul işgale uğrayınca Bursa, Osmanlı hafızasında yine kendisine dönülmesi gereken “kadîm başkent” olarak hatırlanacaktır. Kısacası, Bursa’yı kuranların Osmanlılar olduğu ne kadar doğruysa, Osmanlıları kuranın da Bursa olduğu aynı katiyetle söylenebilir.

Bursa’nın fethinden hemen sonra pek çok Osmanlı şehrinde olduğu gibi imar ve “şenlendirme” faaliyeti başlamıştır. On bin kişinin yaşadığı ufak bir tekfurluk olarak Osmanlıların eline geçen Bursa, 1337’de Orhan Gazi Külliyesinin (cami, han, tekke, aşhane vs.) kurulmasıyla Osmanlı padişahlarının başkenti olmuş ve 1360’daki Edirne’nin fethine kadar tek başına, ondan sonra da 1453’e kadar Edirne ile beraber iki başkent halinde bu görevi başarıyla sürdürmüştür.

Osmanlılar zamanında şehir, önce ilk padişahlar olan Orhan Gazi, I. Murad, Yıldırım Bayezid, Çelebi Mehmed ve II. Murad’ın yaptırdıkları külliyelerle şekillenmiş, bunların belirledikleri şehir manzarası, asırlar boyunca Bursa’nın koordinat noktaları olagelmiştir.

Osmanlılar bir bölgeyi “ma’mûr”, yani bayındır hale getirmek için ilk önce kutsal odak olarak cami veya bir velinin (aziz) türbesini yapıyor, bunu hamam, han, çarşı gibi ticari ve iktisadî kuşaklarla sarıyor, en son olarak da mesken bölgelerini düzenliyorlardı. Böylece şehirleri bir bakıma bir “zonning” (bölgelere ayırma) planlamasıyla yeniden düzenliyor ve nev-i şahsına münhasır olan Osmanlı damgasını vuruyorlardı.

Bursa’nın bir Osmanlı şehri olarak yeniden yapılandırılması sürecinde bu ilkeye titizlikle uyulduğu görülmektedir. Şehrin merkezinde yer alan Ulucami (yapılış tarihi: 1399), onun çevresine düzenli olarak yerleştirilmiş “Hanlar Bölgesi” ve bu hanların etrafında teşekkül eden ahşap konutlar, yani sivil mimari.

Osmanlı mimarisi de ileride Mimar Sinan’ın İstanbul ve Edirne’de inşa edeceği “emperyal” camilerinin başlangıç ilkelerini Bursa’da deneyerek oluşturmuş ve oradan geleceğe açılmıştır.

Kısacası Bursa, Osmanlı şehircilik ve mimari tecrübesinin çekirdeği ve “önsöz”ü (dîbâce) olmuş, onun gelecekte alacağı biçimlerin temelleri bu ilk Osmanlı başkentinde atılmıştır.