İlk Osmanlı başkenti olan Bursa’nın “Avrasya” şehri olarak portresi
Orta Asya’dan Bursa’ya…
Timur Semerkand’a sadece Emir Sultan’ı götürmek istemekle kalmamış, aynı zamanda Nakkaş Ali isminde bir güzel sanatlar ustasını da Orta Asya sanatı ile tanıştırmıştır dönüşünde. Nakkaş Ali, Timur’un ülkesinde yaklaşık 5 yıl kadar kalmış ve çeşitli inşaatlarda çalışmış, sanatının, Orta Asya’da bir nevi sanat Rönesans’ı yaşanan bu bölgede yeni örneklerle sentezini yapmış ve daha sonra Bursa’ya geri dönmüştür. Biliyoruz ki, Nakkaş Ali, çinileri ve kalem işi süslemeleriyle ünlü Yeşil Türbe ve Yeşil Cami’de çok güzel sanat ürünleri bırakmıştır bize. Bir eserinin kenarına düştüğü küçücük imzası, onun Anadolu ve Orta Asya sanatının bir sentezcisi olduğunu ebedîyyen hafızalarda yer etmesini sağlayacak güzelliktedir. (Nakkaş Ali’nin torunu, 16. yüzyılın ünlü sufi şairlerinden Lâmiî Çelebi’dir.)
Yeşil Türbe deyip geçmek olmaz. Çünkü Anadolu-Orta Asya köprüsünde önemli bir durağı temsil etmektedir bu nadide eser. İçi gibi dışı da mavi çinilerle kaplı olan Yeşil Türbe, bir çok bakımdan Orta Asya Timurlular sanatının Osmanlı dünyasındaki bir yankısı gibidir. Osmanlı sanatındaki geleneğe aykırı olarak camiden büyük ve yüksek bir yere yapılan türbe, kendisinden önce ve sonra Osmanlı dünyasında görülmeyen dış duvarların çini ile kaplanması gibi bir özelliği bugüne kadar yaşatmaktadır. Aynı zamanda Padişah Çelebi Mehmed’in, 1421’de bu türbenin alt katında bulunan “mumyalık” (cript) bölümüne defnedilmeyip “bırakılmış” ve cenazesinin kısmen mumyalanmış olmasıyla da genel Osmanlı-İslam geleneği çizgisinden ayrılır.
Orta Asya ile Osmanlı dünyasının bu ilk dönemindeki kültürel etkileşimlere son bir örnek olarak 14. yüzyılda Timur’a esir düşen seyyah Clavijo’nun hatıralarındaki bir noktaya dikkatinizi çekmek istiyorum. Timur’un sarayında kalan Clavijo, bir gün ziyafet amacıyla büyük bir çadıra götürülür. Muhteşem bir çadırdır bu gerçekten de. Yemekler yenilir, kımızlar içilirken, birden Clavijo’nun dikkatini bir şey çeker. Çadırın kapılarından birisi, diğerlerinden farklı olarak ahşaptır. Muhteşem bir ahşap işçiliği ve süslemeleriyle bu kapı, ayrılmaktadır diğerlerinden. Sorar yanındakine, “Bu kapı burada ne arıyor?” diye. Cevap, şaşırtıcıdır. “Bursa Sarayı’nın kapısı.”
Gerçekten de Timur’un oğlu Şahruh Bursa’yı 1402’de işgal etmiş ve Bursa Sarayı’ndaki hazineyi yağmalamıştır. Saraydan yağmalanan değerli eşyalarla birlikte çok değerli olan bu kapılar da Bursa’dan Semerkand’a yollanmış ve orada Timur’un çadırına giriş kapısı olarak kullanılmıştır.
Şehirler konuşur, ya biz...
Geçtiğimiz ay “Beyaz Geceler”de bir diğer gönül alıcı şehir olan Petersburg’daydım. İşe bakın ki, o sırada Hermitage Müzesi’nde bir İslam ve Osmanlı Eserleri sergisi düzenlenmişti. Bu sergide nefesimi tutarak seyrettiğim iki kanatlı üzeri dantela gibi işlenmiş muhteşem ahşap kapıya görevlileri kollayarak dokunduğumda bana Bursa Sarayı’nın rutubetli odalarında geçirdiği günlerden mesajlar yollamıştı. Ben ise onu kendimce teselli etmiştim.
Değil mi ki onun orada olduğunu biliyordum ve değil mi ki Timur’un atlılarının sırtında diyar diyar dolaşmaya çıkmasına rağmen bir Bursa sevdalısı olarak benimle konuşmuştu, artık benim hafızamda büyüyecek, gelişecek ve boy atacaktı. Petersburg’da bir Bursa işi kapının, üstelik Semerkand’a (ve daha bilmediğimiz nerelere?) uğrayarak katettiği bu akıl almaz mesafe, şehirlerin kendi aralarında konuşmakta ve pekala anlaşmakta olduklarının en tartışılmaz kanıtı olmuştu benim için.
Onlar anlaşıyor pekâlâ…
Peki, biz niçin anlaşmayalım?
Üstelik bu kadar ortak bir tecrübemiz varken...