Şairin dili şiiri yazan özne olarak onun düşünceleri hakkında bilgi verdiği gibi aynı zamanda onun kişiliği hakkında ipuçları verir. Şairin içinde yetiştiği çevre hakkında da şairin dilinden hareket bilgi sahibi olunabilir. Hatta içinde yer aldığı cemaat (sadece dinî olanlarını kastetmiyorum) hakkında ucundan kıyısından bilgi sahibi olabilirsiniz bir şiirini okuduğunuzda şairin. Çünkü her cemaatin kendine has bir dili vardır. Çünkü dil bu anlamda çok açık işaretler barındırır bünyesinde. Ve o işaretleri kullanım içinde tebarüz ettirir. Şair istemese de tebarüz eder dilin bu hali. Çok kaba, çok yüzeysel bir şekilde söyleyecek olursak “dinî inanca uzak bir şair ne kadar dini çağrıştıran kelimeler kullanırsa kullansın şiirinde ya kelimeyi yanlış kullanır, ya kelimenin bağlamını yanlış kurar, ya kelimeyi yanlış yazar” diye örnekleyebiliriz.
Dil çok bireysel bir kullanım olmasına rağmen kullanan kişinin habitusundan izler taşır. İki yazıdır tartışmaya, daha doğrusu teşrih masasına yatırmaya çalıştığımız Cemal Süreya’nın 1950’lerin ortasında ciddi etki yapan “Folklor şiire düşman” yazısının temel gerekçelerinden birini de işte bu “dilin bireysel bir kullanım olması” hususu oluşturur. Cemal Süreya “Şiirde kişiliğe bugün eskisinden daha çok önem veriyoruz. Şiirde kişilik bugün bunca önemli bir yer tutuyor. Folklordaysa daha çok anonim kalıplar var. Bu kalıplar kişilik kazanmaya hiç uygun değil. Karacaoğlan’a, Emrah’a şuna buna büyük şair diyenlerin kulakları çınlasın, kişiliksiz de büyük şair olunacağına iman getirmişler demek. Folklor ve halk deyimleri ancak bir şairi taşıyabilir, fazlasına dayanacak gücü yoktur.” şeklinde kanaatini dile getirirken meseleyi ciddi anlamda basitleştirmekte. Dili sadece şiirlerde kullanılan kelimeler, deyimler düzeyinde ele almakta ve bu kalıp düşünceleriyle kanaat oluşturmakta.
Oysa biliyoruz ki dil sadece kullanılan kelime ve deyimlerden ibaret bir şey değil. Bunu Cemal Süreya’nın bilmemesi ihtimali yok. Fakat bu yazısı şöyle bir algıya sebep olmakta: Garip şiirinin başlatıcısı kabul edilen üç isme saldırı ve kendinin de içinde yer aldığı arkadaş grubunun yeni şiir anlayışını meşrulaştırma amacıyla kaleme alınmış bu yazı. Bunun için de bir cemaat yazısı (İkinci Yeni cemaati) hüviyetine bürünmekte ve cemaatin dili için başka cemaatlerin dilleri kötülenmekte bu yaklaşım tarzıyla. 1950’lerde meselelere bugün bizim baktığımız pencereden bakılmadığını, bir yazıya veya meseleye bakarken, meseleyi teşrih masasına yatırırken kullanılan mefhum ve nazariyelerin bizim kullandığımız mefhum ve nazariyelerden oluşmadığı gerçeğini görmezden geliyor değiliz. Yine de yazıda bir kötüleme ve kötülenen şeyin zıddının meşrulaştırması gayreti içinde olduğunu söylüyoruz. Çünkü Karacaoğlan’ın dili ile Emrah’ın (hem Erzurumlu olanının, hem Ercişli olanının) dilinin alabildiğine şahsî ve alabildiğine farklı olduğunu biliyoruz. Sadece tasnif (Halk şiiri, Divan şiiri gibi) merakı ve belki de zorunluluğu yüzünden aynı zeminde değerlendirildiklerini sanıyorum. Bu şairlerin mukallitleri yok mu? Olmaz olur mu, tabii ki var. Ve bu mukallitlerin dillerinin bile farklı olduğu söylenebilir.
Karacaoğlan ve mukallitleri olsun, Emrah ve mukallitleri olsun şiirlerinde kullandıkları bir deyim veya atasözüne o deyim veya atasözünün o güne kadar kullanımındaki anlamına ya yeni bir anlam katmışlardır, ya da o deyim ve atasözünün anlamıyla oynamadan farklı bir derinlik kazandırmışlardır. Dolayısıyla aynı deyim ne Karacaoğlan’da, ne de Emrah’ta aynı anlam haritasıyla çıkmaz karşımıza. Çünkü şair olarak kendi kimliklerini, kendi kişiliklerini, kendi dünyayı anlayış ve yorumlayış tarzlarını vurmuşlardır şiirlerindeki kelime, mefhum ve deyimlere. Burada mukallitlerin durumu biraz muallakta kalıyor. Fakat adı üstünde: Mukallit. Dolayısıyla kelime, mefhum veya deyimi taklit ettiği şairin kullandığı anlamda kullansa da mukallidin şiirinde, taklit edilenin şiirinde kullanıldığı ağırlığı ve anlamı yakalamak neredeyse imkân dışı hale gelir diyebiliriz.
Yukarıda dilin sadece kelime ve deyimlerden ibaret olmadığını ve bunu muhtemelen Cemal Süreya’nın da bildiğini söylemiştik. Bunu bildiğine işaret eden aynı yazıdan bir alıntı daha yapalım:
“Şiirimizde şimdi yeni bir eğilim başladı. Bir iki yıldır dilin daha iç, daha derin imkânlarıyla baş başayız. Genç şairler yalnız folklor gibi kesin klişelere değil, daha hafif kalıplara bile sırtlarını çevirdiler. (…) Kelimeler bizde de yontuluyor artık… Genç şairler hep bunu istiyoruz. Folklor ve klişelerin karşısında öbür kutbu meydana getiren bu durum şiirimizde bir evrimdi. Her evrim gibi haklı ve zorunlu.”
Cemal Süreya’nın bu yazısına ilk tepki verenlerden biri Sezai Karakoç’tur. Karakoç bu yazı bir de eleştiri yazısı yazar Aralık 1956’da neşredilen a Dergisinin 8’inci sayısında. Eleştiri yazısının başlığı “Suç Folklorda Değil” ismini taşır. Sezai Karakoç’un yazısındaki eleştirilere girmeden (aslında girmemiz gerekiyor, çünkü bu eleştiri yazısından sonra Cemal Süreya yazısını ilk yayınlandığı haliyle almaz kitaplarına) E. Kemal Eyüpoğlu’nun Süreya’nın iddialarının tam zıddı görüşleri dile getirdiği “On Üçüncü Yüzyıldan Günümüze Kadar Şiirde ve Halk Dilinde Atasözleri ve Deyimler” kitabının ikinci cildine yazdığı önsözden de bir alıntı yapalım:
“Cumhuriyet kuşağının şairine gelince elli yılını dolduran bir devrimin zor ve çelişkin koşulları içinde iyi ve kötü günler yaşamış olan bu kuşak, toplumun ortak dertlerini paylaşmak, halkının özlemini gönlünde aramak, gerçeği tadı ve acısıyla birlikte tatmak çabasında çırpınan yeni bir sanatçı tipidir. (…) Bu nedenle Cumhuriyet kuşağı dediğimiz ozanların dilinde halk ağzı deyimlerin sürümü günden güne artmaktadır. En yaşlısından en gencine kadar Türk deyimleri ile güçlenen yeni şiir, bu bilincin kaynağıdır.”
Cemal Süreya halk deyimleri ve atasözlerinin şiirde kullanımını folklorun şiire düşmanlığı olarak değerlendirirken, E. Kemal Eyüpoğlu da halk deyimleri ve atasözlerinin şiirde kullanımının şiiri güçlendirdiği kanaatini dile getirmekte.
Bu hamur daha epey su kaldıracağa benzer!
Nasipse devam ederiz meseleye kaldığımız yerden.