Riyâzet ehli gibi gözleri yaş
Kanaat birle basmış bağrına taş
Lâmiî Çelebi
Size de olur mu bilmiyorum: Bazı isimler, temsil ettikleri nesnelerin kendisine sıkı sıkıya yapışmış, yapışmış ne kelime, adeta birisi sıkmış da onun içerisinden fışkırmış gibidir. Mesela “şeker” kelimesi…. Daha telaffuz eder etmez, dilimizin ucunda tadını duyumsamaz mıyız? Ya yeşil rengin “yeşil”den başka bir ismi olabilir mi bizim için? Hele göz… Kelimenin içinden kırpmaz mı bize gözünü? Böylece nesneler ile onlara bulduğumuz isimler, iki ayrı dünyaya, birisi tabiata, öbürü de kültüre ait iken, bazı kelimelerde öylesine birbirini yoğurarak karşımıza çıkarlar ki, ismin mi nesneden, nesnenin mi isimden türediğini çoğu defa ayırt etmemiz dahi mümkün olmaz. İsim ile cismin vahdetidir bu.
Daha çok da yer isimlerinde karşımıza çıkar bu ilginç vahdet tecellisi. İstanbul ismi, ezelden bu şehrin üzerine konuvermiş bir kuş değil de nedir? Edirne, göbeği kesileli beri Edirne adını taşımıştır sanırız. Kayseri derken hangi “Kayser’in (bir başka deyişle hangi Sezar’ın) şehri” olduğunu düşünmeyiz bile. Bursa ismi de bize sanki bir sihir formülü gibi gelir; söylediğimizde önümüze sır dolu kapıları açacak tılsımlı bir kelime olup çıkar…
Oysa her isim gibi bütün şehir isimleri de düpedüz insan icadıdır. Zaman içerisinde kıvamını bulmuş, defalarca değişmiş, gene değişmiş, sürekli farklılaşıp sarmaşıklanarak bugüne intikal etmiş isimlerdir ve asırlar boyunca içinde aktığı yatağı bir mermer ustası gibi oymayı başaran nehirler gibi, hayatlar da içerisinde aktıkları şehirlerin kimliğini ve ismini, meçhul bir usta gibi maharetle yontarak günümüze taşımıştır. Sanki her şey bu kimliğin ve bu ismin inşası için seferber olmuştur. Sanki şehirdeki hayatlar bu isme, bir kurtarıcı formüle ulaşmak istercesine asırlar boyunca koşturmuş ve nihayet ona erişince muradına ermiş bir dervişin rahatlığıyla durulmuştur.
“Uludağ”ın sözü ne zaman geçse sohbetlerimizde, gözümüzün önüne yücelere ser çekmiş ve Sezai Karakoç’un deyişiyle, içimizdeki bir dağın gelmesi de böylesine derin bir arayışın mahsulü olmasındandır. Bursalılar, asırlar boyu araya sora Olimpos’dan Uludağ’a giden sarp yolu keşfetmişler ve bugün hafızamıza o kadar tabii, adeta dağın içerisinden hortlamışçasına, ondan bir parçaymış gibi kazınan “Uludağ” ismini kazandırmışlar. Böylece kültür, coğrafyayı bir kere daha fethetmiş, insanoğlu tabiata yeni bir damga daha basmıştır.
Uludağ’ı sevenler cemiyeti
Kaynaklara bakılırsa Uludağ’ın bilinen ilk ismi Mysia Olympos’udur. Helenistik dönemden kalma bu ismin Roma ve Bizans dönemlerinde de kullanıldığı biliniyor. Osmanlıların 14. yüzyılın başlarında bölgeyi fetihlerinden sonra dağın ismi, zamanını tam olarak bilemediğimiz bir kırılma anında Keşiş Dağı’na (Cebel-i Keşiş) dönüşmüştür. Bu değişimin sebebini öğrenmek pek zor olmasa gerek. Çünkü Uludağ, özellikle Bizans döneminde çok sayıda keşiş ve rahibin bazen devamlı, bazen da geçici olarak ikamet ettikleri, üzerinde çeşitli kiliselere, manastırlara ve “zaviye” diye dilimize çevirebileceğimiz “hermitage”lara (inzivagâhlar) ev sahipliği yapmış.
Uludağ’ın boynuna ezelden asılan bu “kutsal” gerdanlık, Bizans asırları boyunca hep saygıyla karışık bir korku duygusuyla hatırlanmasına vesile olmuştur onun. Hatta 7. yüzyılda Bizans’ın başkenti Konstantinopolis’de (İstanbul) İslamiyetin tasvir yasağının da etkisiyle baş gösteren İkonoklazm (İkonaları kırma) hareketi, yani Kiliselerden İsa, Meryem ve diğer azizlerin tasvirlerinin yok edilmesi akımı sırasında kaçan din görevlilerinin en güvenli sığınağı, Uludağ olmuştur. Bugün bile Uludağ’daki bazı yer isimlerinde bu Hıristiyan dönemine ilişkin ipuçlarını bulmak mümkündür (Kilise Tepesi, Tekfur Alanı vs.). Hatta Bursalılar tarafından “Kıble Kaya” diye bilinen, altında büyücek bir mağara bulunan ve şehirden de rahatlıkla görünebilen Kybele Kaya’nın Hıristiyanlıktan da eski olduğu, yani ilkçağa bağlanabileceği düşünülebilir.
Cem Sultan zamanında derlenen Saltuknâme metni dikkatle okunduğunda Sarı Saltuk’un, Bursa henüz fethedilmeden önce şehir civarında acarca girişimlerinde bulunduğunu, özellikle de Hıristiyan din adamlarıyla, rahipler ve keşişlerle tatlı-sert bir mücadele içerisine girdiğini görürüz. Saltuknâme’deki deyişle söylersek, bu “kara donlu” din adamlarından bir kısmının Uludağ’da yaşadıklarını ve orada kiliselerinin bulunduğunu, buralarda gerek ibadet etmek için, gerekse Müslümanlardan nasıl kurtulacaklarını planlamak için toplandıklarını Ebu’l-Hayr-ı Rumi’nin bu derlemesinden öğrenmek mümkün. Demek ki, Müslümanlar Bursa civarına ulaştıklarında Uludağ’a inzivaya çekilmiş bir takım keşişler ve rahiplerle karşılaştılar ve onlarla yalnız savaşmakla kalmadılar, Emir Sultan hazretlerinin menkıbelerinde geçtiği üzere, aralarında yer yer dostane ilişkiler de kuruldu. Bu ilişkiler, Bursa’nın Osmanlılar tarafından fethi öncesinde yoğunlaştı ve fetihten sonra keşişler çekip İstanbul’a gittiklerinde, onların yerini Müslüman dervişleri almış oldu. Bugün Zeyniler Yaylası denilen yerde, üzerinde ağaçlar çıkmış tarikat zaviyesi kalıntılarının civarında bazı Bizans yapı kalıntılarına rastlanıyor olması, Uludağ’ın kutsallığı fikrinin İslamî dönemde de bir eklemlenme şeklinde devam ettiğini gösteren örneklerden sadece bir tanesidir.
Üç deryadil “Çelebi’miz”in, Lamiî Çelebi, Evliya Çelebi ile Kâtib Çelebi’nin Uludağ’dan bunca lezzetli bir dille bahsetmiş olmaları, onların dağın kutsallığı fikrine ortak olduklarını bildirmektedir bize. İçlerinde yalnız Kâtip Çelebi Uludağ’dan “Keşiş Dağı” diye değil, “Cebel-i Ruhban”, yani “Rahipler Dağı” diye bahseder ki, bu, muhtemelen onun zamanında her iki ismin de yan yana kullanılmakta olduğunu gösterir.
“Uludağ’ı sevenler cemiyeti”nin azaları o denli kabarık bir yekûn tutmaktadır ki, Konstantin Kompromi adlı keşişten Lamii Çelebi’ye, ondan Dr. Osman Şevki Uludağ’a, Uludağ yangınına uğrayan çağdaş yüreklerden İbrahim Ünal ve Mücahit Koca’ya (Dağın Çağrısı adlı bir şiiri kitabı yazmıştır) kadar yüzlerce ismi peşpeşe saymak bu makalenin hacmini bir misli artırabilir rahatlıkla. Dava malum: Yenimiz evvel Allah geniş amma malum, yerimiz dar! Dolayısıyla bu yazıyı Uludağ’ın isim babası olan Dr. Osman Şevki’nin ‘Keşiş’i nasıl ‘Uludağ’ yaptığı üzerinde durarak noktalamamızda fayda var.