Ortadoğu, tarih boyunca "oyun bozucu" olarak nitelendirilen bir coğrafya olmuş, küresel güç dengelerinin sınav alanı haline gelmiştir. Bugün ise, İsrail-Gazze ekseninde yaşananlar, sadece bölgesel bir kriz olmaktan öte, "Yeni Dünya Düzeni" ve "Ortadoğu Barışı" gibi iddialı söylemlerin ardındaki gerçekleri acımasızca yüzümüze vurmaktadır. Peki, bu iddialı söylemlerle Gazze'deki insani felaket arasındaki derin çelişkiyi nasıl anlamalıyız?
Tarihin Tekerrürü ve Sözde Barış Söylemleri
İsrail-Filistin sorunu,Ortadoğu'nun kronik bir hastalığıdır.Birinci ve İkinci Dünya Savaşları'nın ardından Filistin topraklarına yapılan Yahudi göçleri ("Aliyah" dalgaları) ile bölgenin demografisi kasıtlı olarak değiştirilmiş, Haganah ve Irgun gibi örgütlerin faaliyetleri şiddetli çatışmalara yol açmıştır. Deyr Yasin katliamı gibi olaylar, sivil ölümleriyle hafızalara kazınmış, "Nakba Günü" ve "Naksa Günü" gibi kavramlar Filistinlilerin zorunlu göçe tabi tutulmasını ve yerlerinden edilmesini sembolize etmiştir.İsrail'in "Barış için toprak" ilkesini hiçe sayarak Kudüs'ü "ebedi başkenti" olarak adlandırması ve diplomatik görüşmeleri boşa çıkarması, barış sürecinin adeta bir ironiye dönüştüğünü göstermektedir.İnşa edilen duvarlar, Gazze'ye yönelik "Dökme Kurşun", "Bulut Sütunu", "Koruyucu Hat" gibi operasyonlar, binlerce sivilin hayatına mal olmuş, Gazze'yi enkaz yığınına çevirmiştir.
Gazze'de İnsani Çöküş: Savaş Suçunun Gölgesinde Yaşam Mücadelesi
Günümüzde Gazze'deki durum,soykırımın gölgesinde hayat mücadelesi veren masum halkın direniş hikayesidir. Gazze Hükümeti Medya Ofisi, İsrail'in geçiş noktalarını kapatması ve insani yardımları kasıtlı olarak kesmesi nedeniyle bölgedeki kıtlık politikasını sert bir dille eleştirmektedir.Yardım dağıtım merkezleri ve gıda depoları hedef alınmakta, açlık bir savaş aracı olarak kullanılmaktadır.Bir milyondan fazla çocuğun hayatı ciddi yetersiz beslenme riski altındadır.Hastaneler yakıt ve ilaç sıkıntısı nedeniyle hizmet dışı kalma eşiğindedir; Şifa Hastanesi Müdürü, jeneratörlerin durması halinde yüzlerce hasta ve yaralının öleceği konusunda uyarıda bulunmuştur.Deniz suyu arıtma tesislerine yakıt ulaştırılamaması su ihtiyacını %90'ın üzerine çıkarmış, menenjit gibi hastalıkların yayılmasına yol açmıştır. İsrail'in saldırılarında can kaybı 57 bin 680'e, yaralı sayısı ise 137 bin 409'a yükselmiştir.Konutların %92'si yıkılmış veya hasar görmüştür.İsrail ordusunun sivil yerleşimleri, çadırları ve hatta yardım bekleyen kalabalıkları hedef aldığı belirtilmektedir.
Uluslararası Adalet Divanı Kararları ve İkircikli Uluslararası Toplum
Bu dehşet verici tablo karşısında uluslararası toplumun tepkileri ne kadar etkili olmuştur? Uluslararası Adalet Divanı (UAD), Güney Afrika Cumhuriyeti'nin İsrail aleyhine açtığı soykırım davasında, İsrail'in Refah'taki askeri saldırılarını ve Filistinlilerin kısmen dahi yok olmasına yol açabilecek tüm eylemlerini derhal durdurmasına hükmetmiştir.Ayrıca insani yardımların engellenmemesi ve BM görevlilerinin Gazze'ye girişine izin verilmesi de karara bağlanmıştır.
Filistin, Hamas, BM Genel Sekreteri Guterres, AB Yüksek Temsilcisi Borrell, Norveç, Belçika, Suudi Arabistan, Mısır ve Güney Afrika gibi birçok aktör, UAD'nin kararını memnuniyetle karşılamış, kararın bağlayıcı olduğunu ve derhal uygulanması gerektiğini vurgulamıştır.Ancak Hamas ve diğerleri, kararın sadece Refah'ı değil, Gazze Şeridi'nin tamamını kapsaması gerektiğini belirtmişlerdir. Daha da endişe verici olanı, İsrail Kültür ve Spor Bakanı Miki Zohar'ın, UAD kararına rağmen Refah'a saldırıların süreceğini, Hamas üzerinde baskı kurmanın tek yolunun saldırılara devam etmek olduğunu belirtmesidir.Bu nokta da; UAD kararlarının bağlayıcılığını tartışmak gerekecektir.
Yeni Dünya Düzeni'nin Maskesi ve Gerçekler
Burada kritik bir soru ortaya çıkıyor: Uluslararası Adalet Divanı'nın bağlayıcı kararları açıkça ihlal edilirken, "hukukun üstünlüğü" ve "liberal dünya düzeni" iddiaları ne anlama gelmektedir? "Yeni Dünya Düzeni" söyleminin ABD'nin serbest ve liberal bir düzeni savunmasıyla güçlendiğini, ancak bu düzenin masumane olmadığını ve evrensellik algısından uzak olduğu görülmüştür.
ABD'nin 11 Eylül sonrası Afganistan'a meşru müdahalesinin ardından, 2003'te Irak'a müdahalesi uluslararası hukuka aykırı ve "ulusal menfaatler uğruna demokrasi kılıfına sığınılarak yapılan hukuksuz bir eylemdi. Aynı şekilde, "Ortadoğu Barışı" söylemleri görünürde evrensel değerler ve terörle mücadele amacı taşısa da, arka planda büyük güçlerin, özellikle ABD'nin enerji kaynaklarına ulaşımını kolaylaştırma ve stratejik çıkarlarını pekiştirme gayesine hizmet ettiği görülmüştür.
Peki, Batı, İslam ülkelerini "değişemez" ve "radikal gruplara açık" olarak görme eğilimindeyken, despot rejimleri destekleyerek aslında "Müslüman imajını kirletme" amacını mı gütmektedir?
Gazze'de yaşananlar, uluslararası hukukun hiçe sayıldığı, insani değerlerin ayaklar altına alındığı ve güçlülerin çıkar odaklı politikalarının kurbanı olan bir coğrafyanın kanayan yarasıdır. Gerçek bir "yeni dünya düzeni" ve "Ortadoğu barışı", uluslararası hukuka saygı, insan haklarının evrensel olarak korunması ve halkların gerçek özgürlük ve refah taleplerine duyarlı bir yaklaşımla inşa edilmedikçe, bu söylemler sadece boş birer retorik olarak kalmaya mahkum değil midir? Bu ağır insani tablo karşısında, uluslararası aktörler, özellikle de mevcut hegemon güçler, tarihin bu kesitinde üzerlerine düşen sorumluluğu gerçekten yerine getirmekte midir, yoksa sadece kendi "ulusal menfaatleri" doğrultusunda hareket etmeye devam mı etmektedirler? Bu sorular, sadece Ortadoğu'nun değil, tüm dünyanın geleceğini şekillendirecek kritik önemdedir.