Yazıya başlık yaptığımız cümlenin felsefî ve derin bir mesele olduğunu biliyoruz. Gazete sütununda böylesine ağır ve derin bir meseleye girecek değiliz. O cümleden hareketle izah etmek için bir vesile beklediğimiz bir meseleye girizgâh olsun diye o cümleyi seçtik!

Allah rahmet etsin Orhan Okay, yine merhum Nurettin Topçu ve Mehmet Kaplan ile yaptığı bazı yazışmaları kitaplaştırmıştı hayattayken. Daha doğrusu bu iki büyük hocasının kendisine yazdığı bazı mektupları iki kapak arasında bir araya toplamıştı. Her iki kitabı okurken aklıma takılmıştı bu mesele. Hatta merhum Okay’ın bu iki kitabı hakkında yazı da yazmış ve aklıma takılan bu mesele hakkında birileri bir çalışma yapsa ne iyi olur anlamında cümleler de kurmuştum. Bu ara ikinci yeni ismiyle maruf şiir tarzı ile ilgili kitaplar, yazılar okuyorum. İşte o kitaplardan birinde bu meseleye hakkında bir tuğla da benim koyabileceğim gibi zehaba kapılarak oturdum bilgisayarın başına. Çünkü Allah selamet versin, Allah ömrünü bereketlendirsin Türkçenin yaşayan en büyük şairi Sezai Karakoç bundan 45 – 50 yıl önce benim zihnime takılan meseleyle ilgili birçok kelâm etmiş. Muhtemelen ben atlamışım veya algıda seçicilik dedikleri şey her ne ise işte onun etkisiyle yeni fark ettim bunları!

Önce kısa bir alıntı yapayım Karakoç’tan:

Kendi medeniyet ve kültürümüz, bugün, bizim için kaybolmuş, kaybedilmiş, yitirilmiş cennettir! Biz de yücelerin en yücesinden aşağıların en aşağısına düşmüş durumdayız. Bizi bu duruma düşüren Avrupa, Cennetten çıkış olayındaki yılanın, tavusun ve şeytanın rolünü oynamıştır.

Karakoç bu cümleleri Sûr – Günlük Yazılar III kitabının 48’inci sayfasında dile getirir. Meseleye geçmeden yine Karakoç’un Günlük Yazılar – I – Farklar isimli kitabının 101’inci sayfasından da bir alıntı daha yapalım:

İslâm ülkeleri ‘Batı romantizmi dönemi’nden çıkmak üzere, yeni bir döneme, ‘Batı kritiği dönemi’ne girmek üzeredir. Batının teknik alandaki üstünlüğü son birkaç yüzyıl içinde gittikçe artan bir Batılılık romantizminin doğmasına sebep olmuştu İslâm ülkelerinde. Bu ülkelerde yetişen bir aydınlar kadrosu için Batı, ideal ülkeydi. Orada kötü, çirkin, yanlış yoktu. Her şey iyi, güzel ve doğruydu. Batı’yı içinden tanımayan, dış yüzüyle gören bu kadro, batı şehirlerinin, parklarının, yollarının ve yol vasıtalarının görünüşüne bakıp şu genel hükmü çıkarıyorlardı sanki: Mümkün dünyaların en iyisi Batı! Batı’da her şey mükemmel, her şey mutlak gerçek ve geçerli. Batılı ise üstün insandır.

İki alıntı arasında bir tenakuz var gibi görünüyor, ama bir tenakuz falan yok. İlk alıntı bizim yitirdiğimiz medeniyet sonrası yörüngesine girdiğimiz batı uygarlığının bizde oluşturduğu algı, daha doğrusu bizim okur yazar tayfamızın, hadi halkayı biraz daha daraltalım ve bu okur yazar tayfası içinde çok kısıtlı sayılabilecek bir kesim tarafından nasıl görüldüğü ve kendimizi biraz da temize çekme maksadıyla kurulmuş cümlelerden oluşuyor. İkinci alıntı ise sözünü ettiğimiz okur yazar tayfası arasındaki çok kısıtlı dediğimiz kesimin dışında kalan, ama yine de muhafazakâr sayılan kesimin batı algısı üzerine kurulmuş cümlelerden oluşuyor. Söz konusu muhafazakâr kesimin batı algısı üzerine kanaatlerini ortaya seriyor Karakoç’un.

Daha önce burada yayımladığımız yazıların bir kısmında dil üzerinde de durmuştuk. İnsanın daha yaratılırken isimleri öğrendiğini, isimleri bilmenin aynı zamanda isim verme istidadına sahip olmak anlamına geldiğine de vurgu yapmıştık. Dil sahibi olarak biz insanları ve eşyaları farklılıklarından hareket ederek onlara verilen isimlerle ötekileştiririz, benzerlikler üzerinden hareket ederek de sınıflandırırız. Buna yakın şeyleri burada yayımladığımız yazılarda farklı bir cepheden, özellikle de şiir cephesinden dile getirmiştik. Şimdi bunlara bir şey daha ilave edelim: Dil onu konuşan milletin sevapları kadar günahlarını da taşır mevcut yapısında. Sonuçta iki günde oluşturulan bir şey değildir dil dediğimiz şey. Yüzyıllara dayanan bir geçmişi olduğu gibi, farklı sahalarda oluşturulmuş kültür – sanat – edebiyat – ilim gibi şubelerden de müteşekkildir aynı zamanda. Dil aynı zamanda bizim muhafazakârlığımızdır da. Hatta biraz romantikleştirecek olursak muhafaza ettiğimiz aynı zamanda bizim mezarımız hâline de gelir. Bu son cümleyi biraz yukarda muhafazakâr kesim olarak zikrettiğimiz camianın batı algısı, batıyı yüceltme anlayışlarına matuf olmak üzere kurduğumuzu da özellikle belirtelim ki yanılış anlamaya mahal vermemiş olalım!

Neyse…

Yazının ilerleyen kısımlarında izah etmeye çalışacağımız mesele için bir belirleme daha yapalım. Bu belirlemeyi ta Tanzimat döneminden başlatarak yapabileceğimiz gibi, Osmanlı’nın dağılışını meydana getiren Birinci Cihan Harbi döneminden başlatarak da yapabiliriz. Çünkü batı dediğimiz ve bizim ötekimiz olarak muamele ettiğimiz, üstelik de cihan harbinden sonra yörüngesine girdiğimiz uygarlık dairesi ile irtibatımız öyle üç – beş yıllık bir hadise değil. Neresinden bakarsanız bakın iki yüzyıllık bir maceramız var bu meselede.

Cumhuriyete kadar kadınlarımızın geleneksel hayatı devam ettirdiklerini söyleyebiliriz. İslâm coğrafyası dediğimiz coğrafyada da bu durum tarihî olarak pek farklı gelişmemişti. Modernleşme dediğimiz heyula Birinci Cihan Harbi’nden sonra ilk kurban olarak kadınları seçmiş ve ilk onları vurmuştur. Cihan harbi öncesinde kadınlara mahsus gazete ve dergilerin çıkarılmış olması müsait bir ortam oluşturmuştu çünkü. Artık değişim dediğimiz modern zamanların olmazsa olmazı, moda adı altında kadın üzerinden gerçekleşmiştir ne yazık ki. Yine yanlış anlamaya mahal vermemek için tek sebebin bu olduğunu söylediğimi sanmayın. Birçok sebep var ve bu sebeplerden biri ve muhtemelen baskın olanlarından biri de budur. Sadece bunu söylemek istedim. Meseleyi biraz daha tahrik edici bir boyuta taşıyalım ve “Tanzimat sonrasında yetişen aydınlarımızın kahir ekseriyeti yabancıları taklit eden birer züppeden başka bir şey değildirler.

Yazının neredeyse sonuna geldik ve biz daha meselenin ne olduğunu bile masaya yatıramadık. Bir sonraki yazıda meseleye devam edelim Allah izin verirse.