Türkülerimiz bizim cemiyet olarak hafızamızı oluşturan en önemli malzemelerden biridir. Türkülerimizde hem lisan olarak dilimizin geçtiği berzahları takip edebiliriz hem bu topraklarda geçirdiğimiz hayatın izlerini takip edebiliriz, hem de bir kelimeden, bir mısradan hareketle içtimai yapımız hakkında türkünün yakıldığı dönemdeki halimizle ilgili ipuçları yakalayabiliriz.
Başka milletlerin halk şarkıları nasıldır bunu yakından bilebilme talihine ne yazık ki ben sahip değilim. Fakat bizim türkülerimiz kadar zengin bir halk şarkıları birikimin ancak bir elin parmakları sayısında az olduğu gibi bir kanaate sahibim. Bunu siz ister bu milletin bir ferdi oluşum hasebiyle duyduğum aidiyet hissine bağlayın, ister milliyetçilik hissine, isterse türkülerin şiiriyetinden aldığım haz sebebiyle türkülerimize verdiğim değere bağlayın, fark etmiyor: Türkülerimiz dünyanın en zengin halk şarkıları arasında ilk sıralarda yer alır.
Yazıya başlık yaptığımız türkü mısraı üzerine birkaç kelâm edelim isterseniz:
Türkülerimizin zenginliğine misal oluştursun diye dile getirecek değilim bu mısra hakkında söyleyeceklerimi. Sadece bu mısra bende hangi neviden tedailer oluşturuyor onları dile getirmeye gayret edeceğim burada.
Yüz – göz – iz gibi kelimeler türkülerimizde sıkça karşımıza çıkar. Türküyü yakan eğer ismi bilinen bir âşık ise o âşığın ya muhayyel, ya da müşahhas bir güzelden hareketle bazı tasvir ve temrinlerle zamanının güzellik anlayışını türküsüne yansıttığını müşahede etmek mümkün. Yaşayan bir şahıs tarafından ve yaşayan birini tasvir etmek üzere yapılmasına rağmen bu tasvir, zamanının güzellik anlayışını yansıtacak bazı tezyinleri türkünün içinde kullandığı her zaman görülebilir. Türküler vasıtasıyla tasvir edilen bu güzellik anlayışının zamanla içinden çıktığı cemiyetin güzellik anlayışına etki ettiği ve içtimai güzellik anlayışını belli bir noktaya taşıdığı tespit edilebilir. Bu, yakılan o türküden sonra yakılacak türkülerin de güzellik anlayışına etki eder. “Elma yanaklı” gibi bir tamlama ile mesela âşık olunan güzel tasvir ediliyorsa, sonrasında aynı tamlama kullanılmasa bile elmaya atfedilen kırmızılıkla ilgili tasvirler girer devreye ve mesela o yanaklara “ayva tüyleri” çok yakışan bir unsur olarak ilave bir unsur olarak girer.
Türkülerdeki, güzeli tasvire giren her yeni unsur hem türkülerin şiiriyetine bir şeyler katar hem de türküleri zenginleştirir, türkülerde kullanılan kelimelerin çeşitlenmesine, toplumun hafızası üzerinde pekiştirici bir etkiye vesile olur. Tüm bunların öyle üç – beş yahut 20 – 30 yılda oluştuğunu söylemek istemiyoruz. Yüz yılları bulan bir zamana da yayılabilir tüm bunlar. Bu, aynı zamanda türkünün yakıldığı içtimai yapının güzellik anlayışına da etki eder. Cemiyetlerin güzellik anlayışlarının zaman zaman farklılık göstermesinin sebeplerinden biri olarak bu da gösterilebilir. Sadece budur dediğimiz sanılmasın.
Yazının başlığı olarak kullandığımız mısra bize aynı zamanda şunları da söylüyor:
Türküyü yakan kişinin âşık olduğu güzel salt güzelliğinden dolayı olsa bile insanların bakışlarını üzerine çekiyor. Güzelliği insanların bakışlarını üzerine celp edecek kadar baskın bir özellik gösteriyor. Söylemese de şunu da ima ediyor aynı zamanda: Güzelliğini göstermek isteği veya âdeti âşık olunan güzelin bir özelliği haline gelmiş. Türküyü yakan âşık ise türkünün yakıldığı güzelin bu halini kıskanıyor olmalı ki, güzelin bu yaptığının hemen farkına varıyor. Meseleye biraz ârifâne bakışla bağlantı kurarak bakacak olursak, türkünün yakıldığı güzel ne kadar gizlemeye çalışırsa çalışsın, ona bakıldığını veya o güzelin bakılmak üzere ortaya çıktığını âşık hemen fark ediyor ve “yüzünde göz izi var” teşhisini yapıyor. Buna kalp gözü açık diyelim isterseniz. Kalp gözünün açıklığı gizlenen şeylerin görülmesine de vesile oluyor yani. Bu tespiti türkünün mısraına da katarak ne yaptığının farkında olduğunu sitemli bir şekilde dile de getiriyor: “Sana kim baktı yârim”.
Oysa meselenin bir de gerçekliğe tekabül eden yanı var, her ne kadar görmezden gelinse, bugünün anlayışıyla inanılması imkân dışı görülse de: İnsanların bakışları baktıkları eşyaya etki eder, bakılan şeyde iz bırakır. Bu, meselenin bir yanı. Bir de bakılan eşyada bırakılan bu izlerin görülebilme ihtimali var. Bu da meselenin diğer yanını oluşturuyor.
Ayrıca sadece türkülerimizde ve atalarımızdan tevarüs ettiğimiz şiir geleneğimizde değil bu milletin hafızasında kadın, âşık olunan güzel çok değerli bir mücevher gibi saklanan ve mahfuz tutulan bir varlıktır. Gözlerden ırak tutulur. Ortalıkta dolaşan güzeller ise bir nevi kınama edasıyla takbih edilir.
Ve maddî ve bilimsel bir karşılığı olmamasına rağmen insanın bakışının baktığı eşyayı etkilediğini, o eşya üzerinde iz bıraktığını söylemiştik az yukarda, işte o bakışın özellikle kadın bedeni üzerinde daha da etkili olduğu kanaatini taşıyorum! İnsanın, mahremi olmayan bir kadının ister yüzü olsun ister bağrı, fark etmez gizlenmeyen ziynetleri kirlettiği gibi, gizlenmeyen yerleri eskittiği gibi bir kanaatim var. Kirletmek, eskitmek kelimelerini tamamen mecazi anlamda ve maddî olmayan anlamıyla kullanıyorum. Fakat kadın bedeninin gizlenmeyen kısımlarının bu bakışlardan etkilendiğini ve o bakışların temas ettiği bölgeler ile gizlenen bölgeler arasında gözle teşhis edilebilecek bir fark oluşturduğunu sanıyorum! Siz buna ister kir deyin ister eskimek deyin! Bu durum maddî olarak, bilimsel olarak benim kir ve eskimek gibi iki kelime ile izah etmeye çalıştığım hali bedenin hava ile teması, güneş ile teması, havadaki bakteriler ile temasıyla açıklanabilir. Bu bilimin izahı olur. Oysa şiir ve türkü o hali bilimin diliyle izah etmez. Şiirin türkünün dili bu hali “yüzünde göz izi var, sana kim baktı yârim” mısraıyla izah eder.
Burada tabii bir de inancın dili var. İnancın dili ise bu hali tam da türkünün izah ettiği mısra ile izah eder: “Yüzünde göz izi var, sana kim baktı yârim”. Çünkü o gizlenmeyen yerler mahremi olmayan gözlerin izini üzerinde taşımaktadır ve o gözlerin bakışı o bölgeleri hem kirletmiş hem eskitmiştir.
İşte türkülerimizden biz buna benzer şeyleri öğreniriz aidiyet duyduğumuz cemiyetin geçmiş hayatıyla ilgili.