İnsanların hayatındaki önemli kırılma noktalarından birisini de hiç kuşku yok ki, başkalarıyla kurdukları ilişkiler belirler. Bizim kültür ve medeniyet algılarımızda bu ilişki kurma biçimlerinden gayr-i ahlâkî olanlarını genelde; ‘ayı’larla kurulan dostluklar sembolize etmiştir…
Ayıların yüklenmiş oldukları bu sembolik misyon, hikâyelerde, fıkralarda deyimlerde ve ata sözlerinde sıkça ele alınır.
Çoğunlukla olumsuzluğun öznesi konumunda olan ayı, ‘köprüden geçinceye kadar ayıya dayı demek’ sözüyle sanki bir anlamda olumlu bir konuma getirilmiştir, ilginç bir istisna örneği olarak.
İlginçlik ayıya dayı diyen kişinin pragmatist hatta oportünist yaklaşımında mı, yoksa ayının dayı konumuna getirilmesinde mi, o bahsi diğer…
Ama bu konuda İsmet Özel’in ‘ayıya dayı diyenlerin ayılarla dayı yeğen, yani bir tür akrabalık ilişkisi kurdukları’ yönündeki tespitini aklıda tutmakta fayda var sanırım.
Bu tür bir yakınlık kurmanın sonuçlarına dair güzel bir hikâye biliyorum, dilerseniz anlatayım…
Efendim, işini büyük bir ustalıkla yapan bir bahçıvan varmış. Öyle ki, bütün ömrünü bir bağın terbiye ve tamiri için harcamış. Bütün azimli insanlar gibi o da bir hayli başarılı olmuş tabiatıyla. Ömrünü sarf ettiği bağ, cennet bahçelerinden bir bahçe gibi olmuş bu çalışma ve emekler sonucunda.
Adam, bağa bütün mesaisini harcarken başka hiçbir şeye zaman ayıramadığı için ne bir dostu ne de bir arkadaşı olmuş. Anlaşılacağı üzere evlenememiş de sırf bu yüzden. Gençlik dönemleri bu harikulade bağda çok iyi geçmiş, büyük bir haz almıştı.
Fakat gel gelelim ihtiyarlık güzü varıp da ahir ömrü üzerinde gölgelik yapınca, birden büyük bir yalnızlık hissettiğini fark etmiş.
Yalnızlık Allah’a mahsus… ‘Ne yapmalı, ne etmeli’, diye düşünürken, evlenmek için hayli geç olduğu kararına varıp uygun bir arkadaş bulmayı daha münasip görmüş kendince…
Ömründe ilk kez bağından ayrılıp bir dağa doğru gitmiş, sırf bir arkadaş bulabilme ümidiyle.
Ama nafile…
İnsanlardan öylesine uzak yaşamıştı ki, hiç kimseyle irtibat kurmayı başaramıyordu.
Bir arkadaş bulma uğruna terk ettiği bağından uzaklaşalı kaç gün olmuş, onu dahi bilmiyordu. İşte yine gün bitmiş, akşam olmuştu.
Artık bu anlamsız arayışının boşuna olduğu kanaatine ulaşmış ve vazgeçmişti dost bulma sevdasından.
Tam bu sırada bir ayıya denk gelmişti bizim bahçıvan...
Meğer ayı da aynı dertten muzdarip değil miymiş?!.
Çabuk anlaşıverdiler yalnızlıktan bıkmış bu iki farklı yaratık.
Adam ayıyı alıp günlerdir ayrı kaldığı bağına getirmiş vakit geçirmeden…
Yedikleri içtikleri ayrı gitmiyordu artık.
Aralarında fevkalâde bir muhabbet gelişmişti.
Adam, ahir ömründe, ayı da olsa bir dost bulmuş olmanın mutluluğunu yaşıyor, ayı da bu dostluktan gayet memnun, yiyip içip keyfine bakıyordu…
Bahçıvan hayli yaşlanmıştı. Artık eskisi gibi bütün gün çalışamıyor, özellikle öğlen sonralarında uyuma ihtiyacı hissediyordu. Bir ağacın gölgesine hamak yaptırmıştı bu yüzden. Yemekten sonra oraya uzanıp bir güzel uyuyordu…
O uyurken dostu olan ayı da adeta bir koruma görevlisi gibi başında bekliyor, gelebilecek kötülüklerden koruyordu onu.
Bir gün bahçıvan rutin uykusuna yatmış her zamanki gibi…
Birkaç tane sinek adamın yüzünün üzerinde vızıldayarak uçuşuyor…
Ayı, eliyle kovaladı sinekleri…
Sinekler hayli inatçı ve gitmeye hiç niyetleri yok...
Israrla adamın yüzünde uçuşmaya devam ediyorlar…
Ayı, bütün gayretlerine rağmen sinekleri kovmayı başaramayınca, aklına gelen ilk çözümü uygulamakta bir an bile tereddüt etmedi…
Ve yerden aldığı büyükçe bir taşı sinekleri öldürmek maksadıyla adamın suratına indiriverdi…
Ayıyla olan dostluğu adamın hayatına mal olmuştu anlaşılacağı üzere.
Pardon, ‘hikâyenin mesajı nedir?’ diye mi soruyorsunuz?
Bence bunu, ‘ayıya dayı diyenlere’ sormak lazım…