Bu memlekette, gâvura gâvur demenin yasak edildiği günden beri bir bozgun yaşandığı, herkesin kabul ettiği bir hakikat!
Bu bozguna; zihinlerin abluka altına alınmasına göz yummaktaki basiretsizlik sebep olmuştur hiç şüphesiz.
Gâvura gâvur demek yasaklanınca, önce zihinsel plânda, ardından yaşantı olarak hızlı bir gâvurlaşma başlamıştı.
İlk dönemler zahirde her şey İslâmî usule uygun hale getiriliyordu lâkin bir kez gâvurlaşma başlamıştı ve zihinler yeni tarzı özümsemekte hiç de zorlanmıyordu doğrusu.
Eğer İslâmîlik iddiasındaki şahıslar bu dönüşüme çanak tutmasaydılar, yöneticilerin dayattığı bu yabancılaşma kolay kolay bu denli etkili olamayacaktı.
Ne zaman ki, Müslümanlık namına yürütülen ‘yenilikçilik’ faaliyetleri matah bir şeymiş gibi muteber oldu, işte o gün bu milletin sırtı, uzun yıllar kalkmamacasına, yere geliverdi.
İslâm memleketinde artık herkes yüzünü batıya dönmüş, doğuya, geleneksel değerlere ve kendi idrak iklimimize sırt çevrilmişti.
Batı sanayileşmiş, teknolojide hayli mesafe almış ve biz geride kalmıştık…
İddia buydu ve bu iddiayı seslendiren nâdanlar vakit geçirmeden muasırlaşmak zorunda olduğumuzu söylüyorlardı…
Bir sürü şey yenilendi.
Eskiler rafa kaldırılıyor, bizi aydınlığa çıkaracağı düşünülen ne idüğü belirsiz yeni kavramlar eskilerin yerine ikame ediliyordu…
İşte bunlardan en önemlisi; kanaat ve tevekkül gibi İslâm anlayışının hayat verdiği mefhumların yerini, şeytani olduğunda hiç şüphe olmayan hırs ve tamâın almış olmasıydı. Hırs ve tamâ yani muhteris bir hayat algısı…
Yani kapitalist ahlâk….
“Eskiden beş şey ihtiyaç iken, medeniyet-i hazıra bizi binler şeye muhtaç etti,” diyerek, bu tespiti daha o günlerde yapmıştı Bediüzzaman.
Kanaat ve tevekkül sahibi insanlar, hayatın idamesi için gerekli olan beş şeyi, helalinden bir araya getirmekte hiç de zorlanmıyorlardı eskiden.
Ama, ya yeni zamanlar?..
‘Yenilikçilik’ iddiasıyla modern dönemin tüm ahlâki umdelerini bilerek veya bilmeyerek bu milletin değer yargısı haline getirenler, insanların niçin hırsızlık yaptığına şaşar olmuşlardı.
Esasen şaşılması gereken bu ifsat olmuş zihniyetin ta kendisiydi.
Halkın bu yeni haline taaccüp edenler, halkın neden bu hale geldiğini asla anlayamadıkları için birer şaşkına dönüşüvermiştiler hiç haberleri bile olmadan.
Oysa şaşacak hiçbir şey yoktu.
Batı karşısındaki zihinsel mağlubiyeti sindiren sözde münevver taifesi, İslâm’ın ‘irtica’ yani ‘cahiliye adetlerine dönüş’ diye nitelendirdiği her şeyi ‘yenilik’ kisvesiyle halka takdim etmiş, bundan önce de kendileri buna yürekten inanmışlardı.
Bilimde, sanayide ve teknolojide ilerlemek öylesine fetişleştirilmişti ki, bu uğurda ayetlerin bile insafsızca tevil edilmesinden kaçınılmıyordu.
İlerlemek neredeyse imanın gereklerinden sayılır olmuştu…
Şaşacak bir şey yoktu!
Zira olup biten her şey, dört koldan bu taarruza maruz kalan halkın, münevverlerin ve yöneticilerin kendilerinden talep ettikleri ‘ilerlemeyi’ gerçekleştirmesinden ibaretti sadece. Halktan kapitalistçe ve ahlâksızca düşünmelerini ve davranmalarını onlar istemişlerdi.
Temel ihtiyaçların dışında kalan onca şeye malik olabilmek için hırs ve tamâdan başka bir yol yoktu.
Hırsızlık ve dolandırıcılık kaçınılmaz olarak artış gösterecekti ve bunda şaşılacak hiçbir şey yoktu.
Kanaatı tembellik, tevekkülü şirk kabul edenler, binlerce ihtiyacı gidermenin helal yollarını göstermeyi unutmuşlardı zahir.
“Hırs; sebeb-i hasarettir,” diyor başka bir yerde Bediüzzaman…
İnsanın hüsranda olduğunu ise, ayetin işaretiyle hepimiz biliyoruz.
Bu hüsranın birinci sebebinin hırs olduğunu kaç kişi biliyor, doğrusu bir fikrim yok ama şunu rahatlıkla ifade edebilirim ki, hırs ve tamâın bulunduğu yerde hırsızlık ve gayr-i meşruluk, hırsızlığın ve gayr-i meşruluğun bulunduğu yerde de kapitalizmin hüküm sürmesi kaçınılmazdır.
Kanaat ve tevekkül ise gerçek bir hazinedir.
Tabii ki, bilenler için.
“Kim Allah'a güvenirse O, ona yeter.” (Talak Suresi, 3)