Bir kuş oldum bugün.
Onca emekle yuvamı kurduğum ağacın dalları teker teker düşerken acıyla, gidemedim yavrularımı bırakıp bir başka yere.
Yürüyemedim bir kaplumbağa olup daha hızlı, koşsam da bir geyik kadar çevik gidecek yerim yoktu ateşten bir çemberden başka.
Yanan ağacı, toprağı, küle dönen binlerce hayvanı ya da doğayı belki insanoğlu koklayabilir ama oradaki canhıraş bağırışları, kaçmaya çalışan ama kaçamayanların birer birer yanan parçalarını, acıdan sesi çıkmayanların bile üzüntüsünü, çığlığını asla duyamaz hissedemez insanoğlu.
İnsanoğlu dünyaya geldiği günden beridir üzer doğayı. Canını yakar, acıtır.
Ne kadar ihtiyacı olduğunu bilir bilmesine ama kötücül hisleri hep daha fazlasını ister.
Suyun fazlası, etin fazlası, toprağın fazlası, havanın fazlası, hayvanın en iyisini…
Her şey kendi istediği gibi olsun ister insanoğlu, kendi sevdiği gibi. Kendisinden başkasının ihtiyaçlarını, isteklerini umursamaz, görmezden gelir, yok sayar.
Kendi karnını doyurmak için önüne gelen hayvanı öldürür, ağacı keser, ateşle yakar, sırf karnını doyurmak için bile onlarca can acıtır. Asla duymaz onlardan gelen yardım çığlıklarını ya da onların da doğanın bir parçası hatta ailesi olduğu gerçeğini.
İnsan kendinin doğaya ait olduğunu ve doğadaki diğerlerinden bir farkı olmadığını da asla anlamaz. Doğada herkesin aynı haklara sahip olduğunu ve hepsinin mükemmel bir denge ve uyumunun olduğunu da anlamak istemez, işine gelmez.
İlk ne zaman başladı bu kıyım, dünyaya gönderildiğimizden beri mi bilmiyorum ama biz, dünyaya en çok zarar veren canlıyız.
Zekâmızın olması avantajının neredeyse intikamını alıyoruz.
Neredeyse tüm bu kıyımı sadece zeki olduğumuz ve hayatta kalma mücadelesi verdiğimiz için yaptığımız yalanına kendimiz bile inanacağız.
Öyle derin bir kendini bilmezlik, öyle derin bir kötülük içindeyiz ki artık anlamayı, merhamet duymayı ve vicdanı, zayıflık zannıyla kenara koymayı marifet sanıyoruz.
Cesaret diyoruz bir başka canlının canını yakmaya almaya, alkışlanıyoruz, lanetlenmek yerine.
Yakıyoruz tarihi bizden bile eski olan güzelim ağaçları, ormanları, utanmadan arlanmadan.
Sonra hava pislenince, yağmurlar sele dönüşünce, mevsimler yer değiştirince veryansın ediyoruz.
Bozuyoruz güzelim dengesini doğanın, birbiri ile dengede yaşayan milyonlarca çeşidi görmezden geliyor, onları yok sayıyor, yok ediyoruz.
Doğa yaptıklarımızın hesabını küçük bir dokunuşla göstermeye kalkınca duaya başlıyoruz ama ne yaptığımızdan geri kalıyor, ne de ders alıyoruz.
Yakıyoruz içindeki bin bir çeşit canlıyla ormanları, dağı, taşı toprağı.
Sizi bilmem ama ben yanıyorum her yakılan ağaçla.
Her yuvasız kalan kuşla, gidecek yeri olmayan ceylanla, kaçamayan sincapla kalıyorum ben, onlar gibi evsiz, yersiz, yurtsuz ateşte buluyorum kendimi.
Hakkımız olmayan hayatları, hakkımız olmayan canlılardan almaktan utanıyor, onlara yapılanlardan dolayı acı çekiyorum.
Nefes alamıyorum onlar dumanın içindeyken, derinden için için yanan ağacı görünce, yüreğim yangına düşüyor.
Ne zaman yakmayı bırakıp yanmaya geçersek, gönlüm o zaman huzura erecek?
Ne zaman hiçbir canlı ecelinden başka ölmeyecek, işte o zaman gönlüme de yangınıma da su serpilecek.
Ne zaman yuvası bozulmayacak kuşun, ağacın, börtü böceğin, o zaman dünya güzelleşecek
Ne zaman insanoğlu nefsi için yakmayı değil, gönlü için yanmayı öğrenecek, dünya o zaman yaşanabilir olacak …