Uzun bir yola çıktığınızı hayal edin, Arabanıza bindiniz, emniyet kemerini bağladınız ve radyoyu açtınız, tamamen özgür iradenizle açtığınız bir radyo frekansı, siz istemeseniz de sizi bir yerlere götürür. Dinlediğiniz müziğin arabesk müzik olduğunu farz edelim. Artık sizinle bu frekansı dinleyen tüm insanlarla, aynı şeyleri düşünüyor, aynı şeyleri hissediyor olacaksınız. Araştırmalar göstermiştir ’ki aynı müziği dinleyen tüm insanların hayata bakışları, düşünce tarzları ve yaşam biçimleri, hemen hemen aynıdır. İster fil dişi kulesinde kahvesini yudumlayan bir iş adamı olsun veya yerin üç yüz metre altında dişleriyle kömür çıkarmaya çalışan bir maden işçisi, dinledikleri müzik aynıysa kalpleri aynı şey için çarpıyor ve gökyüzüne baktıklarında aynı zevki alamıyorlardır. Ya da klasik müzik dinlediğinizi hayal edin veya pop müzik, içine girdiğiniz frekansın şeklini alırsınız. Bu görünmez bağ bizi sıkı sıkıya birbirimize bağlar. Yaşamda boşluklar yoktur, nerede olmak istiyorsan oradasındır.
Dikkat edin dinlediğiniz müzik basit bir eylemdir ama “gün gelir kaderiniz olur”. Ruh iyiler arasında haz duyar, nimet bulur; kötülerin arasında ise üzgün ve kaygılı olur.
Hepimiz ölçülebilir biyolojik bir frekansa sahibiz. 62-72 (MHz) Megahertz de çalışıyoruz. Hastayken 57-60 arası, kanserken 42 megahertz, nihayetinde öldüğümüzde 25 Megahertz e düşüyoruz. Anlayacağınız tüm insanlık eşit yaratılmış durumda. Tek farkımız hayat tecrübelerimiz, kişiliklerimiz ve bakış açımız.
Aslında şuraya gelmek istiyorum. “Bir evde olan, bir radyo frekansı gibi bütün ülkeye yayılır”. Bir mahallede, bir şehirde, bir ülkede olan tüm dünyaya yayılır. İnsanların frekansının olduğu gibi, evlerin, Mahallelerin, kentlerin ve ülkelerinde frekansı vardır. Tecrübeler göstermiştir ki aidiyet duygusu olmayan insanlar ne kendilerine ne de toplumlarına faydalı olamamışlardır. Bizi birbirimize bağlayan bu “sınırsız güç”, tıpkı bir “filarmoni” orkestrası gibi, farklı frekanslarda aynı uyumu yakalayabilmemizdedir.
Özetle, yakındığımız her şey “bir virüs dalgası gibi”, önce ruhumuzu sonra bedenlerimizi, şehirlerimizi ve ülkelerimizi işgal eder ve gerisin geriye baktığımızda elimizde kalan tek şey “koca bir hiçlik” olacaktır.
Artık müziği değiştirin, frekansınızı yükseltin, “süpürmeye kendi evlerinizin önünden başlayın”, eşlerinizden, evlerinizden, işlerinizden, her şeyden önemlisi “Ülkenizden” şikâyet etmeyi bırakın.
Cemil Meriç ne güzel özetlemiş…
Her dudakta aynı rezil şikâyet: “yaşanmaz bu memlekette”! neden? Efendilerimizi rahatsız eden bu toz bulutu, bu lağım kokusu, bu insan ve makine uğultusu mu? Hayır, onlar Türkiye’nin insanından şikayetçi. İnsanından yani kendilerinden. Aynaya tahammülleri yok. Vatanlarını yaşanmaz bulanlar, Vatanlarını yaşanmaz’laştıranlardır.
Ve son söz…
Paraya ihtiyacınız yokmuş gibi çalışın, size acı vermiyormuş gibi sevin, kimse size bakmıyormuş gibi dans edin, sizi duymuyorlarmış gibi şarkı söyleyin ve son olarak, Cennet dünyadaymış gibi yaşayın.