Şehir gürültüsü kadar, görüntüsüyle / kendisiyle de yorar insanı…
Ve gün olur üstüne üstüne gelir gördüğün, dokunduğun her ne varsa…
Sorun gibi görünür, gördüğün her şey…
Kişi kendi iç(sesinde)selliğinde yaşamın adını, stres,depresyon,çaresizlik olarak tanımlamış ve artık yaşam ve bizatihi yaşamak işkence olmuştur.
Öyledir. İnsanı, kendi yaşam koşullarından/şartlarından ayrı değerlendirmek olmaz ya, belkide insanın gördüğü, dokunduğu her şeyi eziyet kılan, şehirdir.
Ve dayattığı monoton hayatın zorlayıcılığı…
Evden işe, işten eve…
Yarı açık cezaevinin ayağı toprağa basan ama sınırlandırılmış mekânlarda gidip gelen mahkûmları gibi…
Kimi zaman böyle hissettiğim zamanlar olmuştur.
Kendimi ve kendimden yola çıkarak diğer insanları.
Döner kendime sorarım: ”Nedir seni böyle yoran, sıkıntıya sokan?”
“Niçin böyle hissediyorsun?”
Bazen sadece kelimelerden dolayı olur sıkıntının kaynağı, kavramların dünyasına teslim olmadan güler geçer kaynağa bir selam çakar “durduğun yer “ben” değilim…
Çünkü bana ait değilsin ve senin kuru gürültüne teslim olmayacağım” der geçerim.
Bazen insanların gelişigüzel, bir amaçtan yoksun hal ve hareketleri, tavırları sıkıntının kaynağıdır.
İnsan kalitesi olarak olanla olması gereken arasındaki makas, belki de hiç bu kadar yaşadığımız zamanlardaki kadar açılmamıştı.
Belki de hep böyleydi.
Belki de yeryüzünde insanlık ailesinin yeryüzü serüveni, hep bu ikilem üzerinden yürüdü” olan ve olması gereken” arasındaki mücadele ve olması gerekeni arayanlar, hep acı çekti, kim bilir?
Düşünmek gerekir, öyle değil mi?
Evet. Burada da gerçekliği kabul etmenin verdiği derin hazzı, insanı rahatlatan gerçeğin kucaklayıcı kollarına kendimi bırakır ve derin bir nefes alıp
”değiştireceklerinle değiştiremeyeceklerinin arasındaki farkın farkında mısın?”
“İnsan nedir ki?”
“sınırları var mıdır?”
“Nedir?”
Düşün!
Düşünürüm.
Yaşam oyununun doğal sporcusu olarak dalgalarla boğuşan bir sörfçü veyahut dağcı psikolojisiyle şehre :”nereden gelirsen gel, sen okyanussun/sistemsin, ben de bir sandalım/bireyim, sen güçlüsün ama kibrin kendini, acizliğini görmene engel oluyor.
Ama emin ol seni ve zaaflarını iyi görüyorum.
Sana teslim olmayacağım.” Derken, kendimi buluyorum.
Evet. Çoğu zaman kendimi bir dağcı psikolojisiyle /edasıyla hayatla/şehirle mücadele eder buluyorum.
Dağcıları bilirsiniz.
Dağa tırmanmadan önce hayatiyet gerektiren bütün eşyalarını sırt çantasına yükler, öyle yolculuğa başlarlar.
Dağa çok az da olsa benim gibi, tırmananlarınız varsa söyleyeceklerimi daha iyi anlarlar.
Dağın eteklerine uyku mahmurluğunun verdiği tembellikle gelenlerin uykusu, dağın yamacına birkaç adım atınca yok olmaya başlar.
Hayal dünyasından gerçek dünyaya hoş geldiniz der gibidir “dağ”.
Şehrin görece kolaylaştırıcı tüm kolaylığı bitmiştir.
Önünüzde aşılmayı bekleyen sıra sıra, kocaman dağlara şöyle bir bakarsınız ve çantada ki yüklere “bu yokuş bu yükle nasıl aşılır? “ Diye buraya geliş kararınızı sorgularsınız.
Sorgulamalarınız bir kaç yüz metre yürüdükten sonra karşılaştığınız çiçek ve zengin bitki çeşitliliği, çağlayarak akan dereler ve buz gibi sularıyla dere yataklarını görünce değişmeye başlar.
Keşkeleriniz iyikilere dönmeye başlamıştır.
“Bir yudum su içmeden geçme” diye haykıran pınarların misafirperverliği, tepede ki yükselen ılık güneş ve meltemsi rüzgârın yüzünüzü serin serin yalamasını hissedince de artık kesinlikle doğru yerdeyim, eminliğine ulaşırsınız.
Evet, dağ yolculuğuna benzer hayat yolculuğunda da rahat yürümek, zorluklara teslim olmamak ve sonunda eminliğe ulaşmak için, kadim bilgeliğe ve kişinin kendi yaptıklarıyla tecrübe edilmiş bilgisine ihtiyaç vardır.
Nasıl ki dağcılar dağa tırmanmadan gerekli teçhizatı, yiyecek içecek ihtiyacını kuşanıyor.
İşte bunun gibi bizde sevgiyle yoğrulmuş bilgiyle şehrin insanı tüketen alanlarında, yaşadığımız/yaşayacağımız üzüntü, kaygı, depresyon vb. şehir hastalıklarına karşı, bir dağcı psikolojisiyle, güçlü kalarak, zorluklarla mücadele ederek, direnmeyi becerebiliriz.
İşte o zaman kendini gerçekleştirmenin verdiği mutluluk hissiyle zorluklar kolaylıklara, keşkeler iyikilere dönmeye başlayacak ve oradan tekrar ve daha güçlü olarak şehre ve alanlarına inebileceğiz.
Son tahlilde evet, şehirle olan mücadeleniz, şehre karşı ruhsal motivasyonunuz, yaşam oyununun doğal bir sporcusu olarak, bir dağcı ve sörfçü kararlılığı ve esnekliği çerçevesinde olursa, daha güçlü bir iç dünya ve dışta sessizliğin sesinde, gürültülerden azade, her sesi değil ama duyulması gereken özgürleştirici, huzur, mutluluk verici sesleri duyacak, varoluşunuza anlam katacaksınız.
Değilse, şehre ve gürültüsüne teslim olursanız, şehir insanının eşyaya karşı takındığı tavrı size karşı da kullanacağından, yani “kullan, tüket ve at” sarmalında kullanılıp, tüketilip, ihtiyaç kalmadığında ilişkilerin dışına atılacağınızdan hiç şüpheniz olmasın…
Kendinizi bu girdaptan kurtarmak bu sarmalda araçsallaşıp tüketilmemek için oyunu ve kurallarını bilerek yaşamak gerekir.
Ki değerinizin farkında olarak, eşyadan bir farkınız olduğu ortaya çıksın.
Evet, bu yaşam oyunda bir dağcı enginliğinde, bir yürüyüşte bir dağcının ihtiyaçlarının dışında bir yükü yüklenmemesi gibi, sade, hafif, yürüyüşünü sekteye uğratmayacak gerekli teçhizatı alarak ve duraklarda fazla takılmadan ve ara sıra ayakları taşa değerekten düşmeleri problem etmeden, yürümesi gerekir.
Ki aslında bütün yürüyüşlerin insanın kendi içine yürüdüğü bilinsin.
Vesselam.